sevgi deniz sevgi deniz

Yarım

Sınıfın yarısı nerede? Çıt yok. Mahcup bir sessizlik... Parmaklarımda yorgun tebeşir tozu, beyaz önlüğümde mürekkep lekeleri: kırmızı, mavi, siyah...şaşkınlığımı ellerimle ceplerime saklamışım. Bir anahtar buluyorum cebimde. Küçük, köşeye sıkışmış ... Bulunduğu yerden avucuma alıyorum. Elim hâlâ cebimde. Bu anahtar hangi kapının, bilmiyorum.  

Önlüğümün yakası süt kokuyor. Derse yetişebilmek için bebeğimi tam doyuramamışım. Yarım bıraktığım anneliğimi sınıfta tamamlamaya çalışıyorum.  Ama sınıf eksik, sınıfın da yarısı yok. Sıkıntıyla tahtaya dönüyorum. Ders: Matematik.  Yanlış sınıfta mıyım? Ben matematik bilmem ki. Problemleri çözemeyişim, kelimelerle kamufle edişim de bundan. Öfkeyle tahtayı siliyorum. Sol üst köşeye büyük harflerle: Ders: Edebiyat Konu: Şiir, yazıyorum. Tam ortaya bir beyit karalıyor. Harfler tanıdık değil. Harekeleri de yok ki okunabilsin. Osmanlıca yazdığım mısrada h, z, r harfleriyle oluşan sözcüğün altını çiziyorum.  Olmayan öğrencilerin suçunu yüklediğim bakışlara dönüyorum: Altı çizili ifadeyi okuyan var mı? 

Öteki sözcüklerin yardımını alarak okuyun, diye yol gösteriyorum. Vezin, ses, mana...Bir araya gelmeli.  Sözcüklerin tek başına anlamları olmaz, bütünü görerek okuyun, diye ekliyorum  

Arka sıralardan kalkan bir el: Huzur olmalı, diye cevaplıyor. Huzur... 

Huzur, sınıfa girince ilk hissettiğim duyguydu. Yoklama da tamsa huzurla başlardım sözü eğip bükmeye. Sonra vakitlerden bir nisan akşamı olurdu çoğu kez. Rüzgarların en serinleticisi perdesiz camlardan girerdi sınıfa. Taze çiçek kokularını getirip kitap sayfalarına bırakırdı tek tek 

Fakat, huzur değildi kelimemiz. Huzur, kitap aralarında kuruyup kalmıştı.  O sayfaları aralamayalı çok olmuştu. 

Hazır, dedi bir başka ağız. Sevgiliyle aynı anının, hazır zamanın neşesini dile getirmiş olmalı şair, diye ekledi. 

Kitap hazır, tahra hazır, ders hazır ama sınıf eksikti işte. Neredeydi bu sınıfın yarısı? Yarım kalmıştım sınıfta. Hâlbuki kelimeler beyaz beyaz dökülürdü kara tahtaya. Gâh çizgi gâh nokta olurdu, aruz. Bir uzun bir kısalırdı sesler. Heceye gelince ölçü, on parmağa bir eklerdik. On bir oldu mu koşmaya dururdu dizeler. İncecikten bir kar yağardı Kadıköy’ün sokaklarına.  Anason kokulu kaldırımlardan Elifler, salınırdı iskeleye birer birer. Sınıfta bitmeyen sözü, ardıma takılıp geldikleri muhallebicide, denize yakışır diye üç beş bardak çaya karıştırıp içerdik. 

Dizelerin sahibi Fuzuli, Hazar kıyılarından bahsediyor olamaz mı hocam? Coğrafya insanın diline dolandırdı, doğru. Nereye giderse gitsin, ne kadar kaçarsa kaçsın şair; harflerin arasına sıkıştırdığı yurt, kelimeler açıldıkça buram buram kokardı. Fakat bu da değildi. 

Bir gülümsemenin ucuna iliştirdiği doğru cevabı en öndeki öğrenci söyleyiverdi: Hızır(as) ‘a telmih var, değil mi hocam? H, z, r  “Hızır” olmalı deyince tahtaya dönüp Latin harfleriyle:  

Her kimin âlemde miktarıncadır tabında meyl 

Men lebi cananıma Hızır Ab-ı hayvanın sever (*) 

Daha tebeşiri bırakmadan sınıfın kapısına doğru taze çimen kokulu ayak izleri belirdi. Kapı ardına kadar açıldı. Cebimde sahipsiz bir anahtar, üzerimde mürekkep lekeleri, tahtada yarım kalmış bir şiir, son kez boş sıralara bakıyorum.  Yeşermiş ayak izlerini takip ederek sınıftan ağır adımlarla çıkıyorum.  Ellerim yine ceplerime saklanmış, eksilmiş sınıftan niye bilmiyorum ama en çok ben utanıyorum.  

    

(*) Herkesin yaratılışındaki, zevkindeki sevmek kabiliyeti kendi idraki seviyesindedir. Mesela ben cananımın dudağını Hızır ise kendi abı hayatını sever. 

   

 

 

devamını oku