Oda sakini dağları severdi, canı isteyince de denizi… Deniz suydu, deniz tuzdu, deniz görünenin altındaki dünyaydı da kimse bilmezdi. Dağları da kimse bilmezdi… Sadece gezen bilirdi, bir şeyciğin altında da değildi; ağacı, kuşu, suyu, böceğiyle apaçıktı ama gezene… Kardaki ateşi, çadırdan duyulan sesi, çamı, pürü, sürü sürü huyu gelene git demezdi.
Oda sakini dağları severdi de şimdi denizin yanındaydı. Küçük bir kır kahvesinde tahta masa ve sandalyeler… Hep aynı terane, çoğu da maviye boyanmış… Mavi sandalyesinde oturup boyasız, mavili denizi seyre daldı.
-Çay getireyim mi abi?
Neyse ki garson, amca dememişti. İçinden “Neyse ki” diye yineledi. Karacaoğlan geldi aklına:
Bir kız bana emmi dedi neyleyim…
Oda sakini bu sabah aynaya baktığında kaşlarındaki beyazları fark etmişti. Hadi saç neyse de kaşa ne oluyordu da aklaşıyordu? Yaş almanın değil de yaşlanmanın alametleri…
Neyse ki şu an garsonun abisiydi.
-Olur dedi, demli olsun.
Garson çayı getirdi. O sırada saçı sakalı uzun, üstü pek düzgün bir genç yanlarından geçti. Garson:
-Rast gele Keremim, dedi.
-Gelmez, gelmez, dedi delikanlı.
Sahile yürüdü, bir kayaya oturdu. Sanki o kayanın üzerindeki tek eksik oydu da oturunca her şey tamam olmuştu. Öylece denizi seyre daldı.
Garson:
-Bizim mahallenin delisi. Gerçi deli demeye de pek dilim varmıyor ama pek de akıllı sayılmaz…
Oda sakini:
-Nasıl yani, akıllı mı, deli mi, diye sordu.
-Kimseyle konuşmaz, bir tek çocuklarla konuşur, bir garip işte ama pek bilmiş laflar eder. Anlayamadım ki ben de akıllı mı deli mi? Arada gelir böyle, bir taşın üzerinde saatlerce denizi seyreder.
Oda sakini mahallenin akıllı delisi Kerem’i seyre daldı. Saçı sakalı simsiyahtı, esmerdi, küf yeşili bir palto giymişti. Ayakkabıları siyahtı, tertemizdi; pantolonu da siyahtı. Paltosu olmasa Kerem simsiyahtı.
Aralarında iki üç metrelik bir mesafe vardı. Oda sakinini merakı depreşti, gidip Kerem’le sohbet etmek istedi. Çay bardağını alıp ona doğru yürüdü. Yanına gittiğinde bir şeyler demeliydi, ne diyecekti ki?
-Çay içer misin, dedi.
Çay içer misin demekten başka bir şey gelmedi aklına, elindeki çaydan başka fikir zikri yoktu. Kerem başını oda sakinine çevirdi, sonra tekrar denize döndü. Soru da çay da söndü. Oda sakinininse dönmeye niyeti yoktu, gitti yanındaki kayaya oturdu.
Yalnız kalmak isteyenler, yanlarına biri gelince huzursuz olur, bir şey demeseler de kıpırdanıp dururlar. Kerem’se Rodin’in atölyesinde gezip duran mankenlerinden yaptığı bir heykel gibi öylece kıpırtısız durdu.
Oda sakini Kerem’e, Kerem denize bakıyordu. Sonra delikanlıyı rahatsız etmeyeyim diye düşündü, tam kalkacaktı ki Kerem denize sorar gibi:
-Neden hiçbir canlı bunu yaşamazken, sadece insanın saçı uzar?
Oda sakini soru kendine mi denize mi sorulmuştu, anlayamadı. Kerem’in de oda sakinine baktığı yoktu. Yanıtlasa da sanki duyulmayacaktı, susmayı seçti. Kerem garipti de sorusu da ilginçti. Oda sakini, gerçekten neden sadece bizim saçımız uzuyor diye düşündü…
Hava serinlemeye başladı, esinti geldi. Dalgalar kıpır kıpır hareketlendi. Hep geliyorlardı, hep… Gelen gitmiyordu, ardından gelen de… Kıyıya şöyle bir dokunup sanki ölüyorlardı. Ucu bucağı yok, durmadan minik minik dalgalar geliyordu, kıyıda çizgi üstüne çizgi oluşturup eriyorlardı.
Bu sefer oda sakini sordu:
-Dalgalara bak, hep geliyorlar, neden hiç bitmiyorlar?
Kerem bu sefer görmek isteyen gözlerle oda sakinine baktı. Sonra başını tekrar denize çevirdi:
-Belki de bizimle dalga geçiyorlar…
Oda sakini pek sevinmişti çünkü garson Kerem’in sadece çocuklarla konuştuğunu söylemişti. Belki Kerem oda sakininin içindeki çocuğa değmişti. O kaşları kapkara çocuğa… Sesine ak düşmeden, çabucacık eğildi:
-Belki de bizimle dalga geçiyorlar, diye yineledi.
Kerem duymadı. Her şey anlıktı ve bitmişti. Kerem çoktan denize dalmıştı.
Oda sakini içmeyi unuttuğu çayından bir yudum aldı, soğuktu, keyifsizdi. Deminde yaşanmayan her sevinç gibi eksikti. Kalktı, masasına gitti.
Garson geldi:
-Tazeleyeyim mi abi?
Bayat nasıl tazelenirdi? Ak nasıl siyaha dönerdi? Oysa alnı apak, gözü pek insanlar vardı… Ak iyiydi… Aynalardan nefret etti…
-Hayır, sağ ol, dedi.
Yan masaya küçük bir kız çocuğuyla annesi gelip oturdu. Kadının saçları upuzundu. Kalın bir örgü, belinin aşağılarına akıyordu. Neden insanların saçı uzuyordu? Kadın elindeki poşeti masaya koydu.
-Gel kuzum, otur, dedi.
Kızı ışıklı gözleriyle sandalyeye oturdu.
-Gazoz istiyorum anne.
-Olur çiçeğim.
Garson yanlarına gitti:
-Az şekerli kahve ve gazoz.
-Tamam abla.
Oda sakini abiydi, kadın abla; garson, garson işte… Ayna evde…
Gazozu bekleyen çocuk annesinin masaya bıraktığı poşeti karıştırmaya başladı.
-Anne, bu ne?
-Pancar.
-Peki bu?
-Havuç.
-Anne…
-Söyle kuzum…
-Niye bu kıpkırmızı, bu sapsarı anne?
-Topraktan öyle çıkıyorlar yavrum.
-Ama niye bu kırmızı, bu sarı? Anne, toprakta renk depoları mı var?
Kadın sustu, ne diyebilirdi ki? Anneyle kızı izlemek ilginçti.
-Bilmiyorum yavrum, öyle çıkıyorlar işte.
-Peki, renkleri nasıl karışmıyor anne?
Oda sakini Kerem’i unutmuş anne kıza dalmıştı. Bu ne güzel sohbetti, çocuk merakı ne hoştu… O sırada Kerem, çocuğun yanına geldi, ilginçtir ki gülümsüyordu. Kulağına eğildi:
-Mesele tohumda, tohumda, dedi; yürüdü, gitti.
Anne ürkmüştü, çocuk korkmamıştı; sadece pancarın ve havucun tohumunun nasıl olduğunu merak etmişti.
Oda sakini elleriyle saçlarını ovuştururken avuçları kaşlarına değdi. Aynalardan nefret etti…