“Bu kişi,
rüzgârı duyan bir kulak, söylenmemiş kelimeleri taşıyan bir dil, geçmişten
bugüne akan bir ırmak gibidir. Görevi; unutulanı hatırlamak, yitirileni
dillendirmek, susturulanı konuşturmaktır. Ama önce kendi içindeki çocukla,
kendi içindeki kadınla ya da adamla yüzleşmelidir. Çünkü ancak kendini tanıyan
biri, soyunu onarabilir.”
Bazı uyanışlar, bir ömrün sessizliğinde bekler…
Onlar bir rüyada karşılaştılar ama kimse tam uyanmadı.
Bir ömür birbirlerinden habersiz ama bir ömür birlikte
yürür gibi yaşadılar.
Bazı kelimeler yazılmaz,
hatırlanır…
Gecenin tam ortasında,
rüyasında bir kadın belirirdi sık sık Çağla Gözlü Oğlanın. Kadının gözleri
yoktu ya da belki çok fazlaydı. Bazen ağlıyordu kadın, bazen susuyordu. Ama hep
çağırıyordu:
“Gel, unuttuğun kadını al…
gel unuttuğun kadını al…”
Küçük bir kız… Kelimelerin
henüz susmayı öğrenmediği yaşlar kadar küçük… Göçmendi kız. Bir yerden bir yere
değil yalnızca; bir hâlden başka bir hâle, bir evden başka bir suskunluğa, bir
gurbetten bilinmezliğe göçerdi. Bir çıkın öteberi bırakılmıştı kucağına. Büyük değildi
ama çok şey susuyordu içinde. O çıkını hiç açmadı, zamanla içinden sızdı geçmişten
bir şeyler. Annesi onun adını her çağırdığında, biraz daha büyüdü o suskunluk
bohçası. Babası her sustuğunda, biraz daha ağırlaştı.
Coğrafya değişti, diller
değişti ama içindeki kız hep aynı kaldı. Büyüyememişti çünkü büyümek unutmayı
öğrenmekti.
Çağla Gözlü Oğlan ile
Göçmen Kız zamansızlıkta bir yerden tanışıktılar.
Artık ben diyemeyecek kadar
çoktular ikisi de kafalarının içinde.
Kalabalık bir sessizlikti
içindekiler Çağla Gözlü Oğlanın. On üç kardeşin en küçüğüydü. O yüzden bazı hikâyeler
ona hiç anlatılmamıştı. Bazılarına hiç doğmamıştı ama hissetmişti.
Rüyalarında çok şey duymuş,
bir sabah rüyasını anlatırken susturulmuştu.
“Sen daha küçüksün, bunları
unut.”
Oysa unutmak, sadece
büyümenin başka bir şekliydi.
Bazen geceleri, bir
yıldızın göz kırpışıyla uyanırdı. İçinden bir cümle geçerdi:
“Gel, unuttuğun kadını al.”
Daha küçüktü Çağla Gözlü Oğlan.
Unuttuğu bir kadını nasıl olabilirdi?
Göç edilen topraklarda
başka dillerde başka başka seslenmişlerdi ona, ne hikmettir hepsi Alev’e,
Işık’a, Ateş’e çıkan isimlerdi. Yeni bir alfabe, yeni bir okul, yeni bir rüya… ama
hiçbir dil onun suskunluğunu çevirmeye yetmezdi. “Ben aslında hep buradaydım,
ait olmadığım yerlerde alıkonuldum,” diyecekti Göçmen Kız çok sonra.
Kendini en çok, pencereden
bakarken bulurdu.
Giden otobüslerin, dönen
martıların, yağmurdan sarkan çamaşır iplerinin ucunda…
Oradaydı ama görünmüyordu.
O görmeyi öğrendi.
Susmayı, gülmeyi, unutmayı…
Unutur gibiyi…
Çağla Gözlü Oğlanın rüyası:
Gökyüzü kırmızıydı.
Bir ateş düşüyordu yere.
Ağaçlar yanmıyordu ama
yapraklar hıçkırıyordu.
Bir kadın yürüyordu ateşin
içinden.
Sırtında bir bebek
taşıyordu.
Bir erkek çocuğu uzaktan
ağlıyordu ama sesi çıkmıyordu.
Kadın dönüp bakmadan
yürüyordu.
Oğlan, yerinden
kıpırdayamıyordu.
Alev…
Kadının adı Alev’di.
Ama bunu rüyada kimse
bilmiyordu…
Göçmen Kız: “Ben yalnız
kalınca değil, kendime rastlayınca ağlıyorum.”
Çağla Gözlü Oğlan: “Ben,
içimdeki sessizliği susturmak için çalıştım hep. Suskunluk çalışmayla değil,
yüzleşmeyle geçermiş. Yüzümü aynada gördüğümde değil, rüyamda ağladığımda
tanıdım.”
Bir Teğet Geçiş…
Aynı sokakta, aynı sabahı
yürüdüler.
Biri kafasında iş
planlarıyla hızlı hızlı; diğeri elinde kahvesi kaldırım taşlarını sayarak…
Bir köşe başında göz göze
gelmeden içlerinden geçtiler.
İkisinde de aynı soru:
“Nereden tanıyorum?”
Hatırlamadılar.
Kalpleri ürperdi ama.
Ruh tanırdı.
Gözlerin unuttuğunu rüya
hatırlardı.
Unuttuğunu hatırla…
Bazı kelimeler yazılmaz,
hatırlanır.
Tıpkı bazı yüzlerin rüyada
tanınması gibi.
Tıpkı bazı karşılaşmaların,
yüzyıllardır beklenen bir yankı olması gibi.
Tıpkı içindeki kadınları bir
bir hatırlayan kadının ve o kadınları kendi içinde arayan adamın aynı yolda ama
ayrı zamanlarda yürümesi gibi…
Dağın eteklerinde kadim bir
şehir…
Zamanın kuma gömdüğü
seslerin hâlâ yankılandığı, taş duvarlarının arasına sıkışmış dualarla nefes
alan bir şehir.
Bir sokakta adımını
yavaşlatacak, bir eşiğin önünde ısrarla duracaktı.
Tesadüf gibi görünen her
adım, aslında daha önceden kadına fısıldanmıştı. Gökyüzü lacivertin en koyusu,
yıldızlar kalbin üzerine serpiştirilmiş dualar gibiydi.
Karşılaştıklarında tanıştıklarına
yemin bile edebilirlerdi. Bir hatıra gibi değil, birer hakikat gibi uyandı içlerinde
ruhlarına fısıldayan rüyaları, susuşlarda kalanları, o Çağla Gözlü Oğlan,
Göçmen Kızı, Alev, Unutulan Kadın…
Her biri başka bir zamandan,
başka bir bedenden devredilmişti sanki… Ve hatırladıkça büyüdüler, büyüdükçe
hatırladılar. Göz göze geldiklerinde hiçbir kelimeye ihtiyaç kalmadı, bu sadece
iki bedenin değil, bir zamanlar bölünmüş bir ruhun birbirini hatırlayışıydı. Hatırlanmayan
bir rüyanın içlerindeki yankısıydı.
Geçmişi hatırlamak geleceği
yazıyordu. Bir zamanlar verilmiş sözler, yarım bırakılmış tüm yaşamlar yepyeni
bir hikayeye dönüşüyordu.
Tyche’nin tacını takmış
kadın, beyazlar içinde gelin sarayının merdivenlerinden iniyordu Truva’da. Çağla
Gözlü Adam rüyalarından hatırladığı bu kadını almak için merdivenlere doğru
yürüyordu…
Kurdukları dünya; kelimeyle değil, çağrışımla, yankıyla, bir
bakışla, bir unutuluşla… belki de bir sessizlikle kendini anlatıyordu. Onların
romanı; yazılmaktan çok, anımsanmalı; bilinmekten çok sezilmeliydi.
Ve evet, o cümle:
“Bazı kelimeler yazılmaz,
hatırlanırdı.”