sevgi deniz sevgi deniz

Boynu Bükük Çivi

Önüne bir hikâye düşüvermişti, metruk evin yıkıntıları arasında dolaşırken. Camları kırılmış ahşap pencereden dışarıyı seyrediyordu. Acaba kaç bakış dökülmüştü bu çerçeveden sokağa? Kaç yolcunun yolu gözlenmiş, kaçının özlemi çekilmişti? Annelerin sesiyle yaz akşamlarının  oyunları kim bilir kaç kez en tatlı yerinden kesintiye uğramıştı, bu pencerenin açılmasıyla? Hasretle beklenen baharın kokusu, sürükleyip peşinden sıcacık güneşi kaç kez dolmuştur içeri? Güz sarısı rüzgârlar girmesin diye sıkı sıkı kapanmış,  ay ışığına bulanmış karın  sessizce yağışına şahit olunmuş kaç ömür, gelip geçmiştir bu çerçeveden, diye düşünmüştü. 

Bütün bunlar  aklından geçerken önüne bir hikâye düşüvermişti. Gayriihtiyari başını kaldırıp baktı. Bir çivi vardı duvarda aşağıya eğilmiş. Büyük kalın bir duvar çivisiydi. Bir bebeğin beşiğini kurmak içindi belki de.  Bölünmüş uykuları ninnilerle iliştiren  bir annenin imdadına yetişmiş, bebeğin sancılarını dindirmişti. Annenin  yorgunluğunu çekmiş de bu hikâyenin ağırlığına dayanamamıştı belli ki. Başı eğilmiş; yıllardır asılı duran, boynuna yük olan hikâyeyi taşıyamamıştı belli ki. 

Çividen kurtulan bez çantayı almak için eğildi.  Çantanın içinde şirâzesi dağılmış, yaprakları sararmış özensiz bir el yazısı ile karalanmış bir defter çıktı. Olduğu yere çömelip  sırtını sıvaları, badanası dökülmüş duvara yasladı. Yaprakları çevirirken nemli bir mahzen kokusu çarptı yüzüne.  Ağır bir küf kokusu duydu sonra. Okumaya başlayınca satırları uzun bir tutsaklığın izlerini gördü.  Bir günün ortasında evinden çıkıp bir daha dönmeyen bir babanın, hayatta tek evladını yıllarca arayıp bulamayan bir annenin hasretinin izlerini sürdü satırlarda. Beklendiğini,  arandığını bilerek yazılmış, bir gün ne yaşandığını sevdiklerine ulaştırabilir ümidiyle deftere sarıldığı  bir mahkûmiyeti okudu harf harf.  Bu hikâyenin yazarı karanlık bir yerde alıkonmuştu, en çok da gün ışığını kaleme alışı bundandı. Gördüğü eziyeti yazmamıştı üzmemek için yakınlarını ama satır aralarından uğradığı zulüm hissediliyordu. Kurşun bir kalemin yamuk ucuyla yazılmış satırlardan ağır yaşanmışlıklar sızıyordu.  

Ne suçunu biliyordu ne de verilen hükmü. Zira ne mahkeme görmüştü ne de hâkim. Bu kadar hınçla dolu, bu denli düşmanlık besleyen bu insanlar da kimdi? Bunlar bu sıcak, bu kadim medeniyetin evlatları olamazdı. Bedeninden daha çok  ruhu yaralanmıştı. Işıksız günlerini tahmini vakitlere ayırarak Yaratan’a yalvarıyordu. Bu haldeyken de en çok sevdiklerinden endişe duyuyordu. Satırlar, sayfalar ilerledikçe daha da karmaşık bir hâl alıyordu. Bulanık bir zihnin serzenişleri okunuyordu sadece. En çok tekrarlanan  ise “Annemin elleri bir kez daha saçlarımda dolaşsın, bir kez daha okşasın saçımı, yeter. “ cümlesiydi. 

 Hikâyeyi ayaklarının önünde bulan, mahkûmiyetin sebebi ne olabilirdi, merakıyla defteri elinden bırakamıyordu. Gün kavuşmuş, akşam olmuştu. Biraz daha pencereye yanaşıp son sayfaları okumaya çalıştı.  Yazılar iyice birbirine girmiş, son sayfalarda çeşitli sıvı lekeleri de  buna katkıda bulunmuştu. Bir yerde mahkûmun sadece bir hikayeci olduğunu okuyunca şaşırıp kaldı.  Bütün bu zulüm hikâye yazdı diye mi yapılmıştı.  Yazmanın bedeli bu kadar ağır olamazdı. Koca çivinin dayanamayıp eğilmesinin sebebi demek buydu. Bazı hikâyeler insaniyetin başını öne eğmeye yetmezdi belki ama bir çivinin boynunu bükmüştü işte. 

     


devamını oku