“Ordasın, hissediyorum seni. Korkmadığımı biliyorsun neden abartıyorsun ki bence bu kadar gösteri yeter. Git artık.”
Güneşin mesaiye erken başladığı günlerden biriydi. Yine bizden önce uyanıp hayli yol almış, var gücüyle su şehri insanlarına dönüşmemiz için uğraşıyordu. Aylardan Temmuz’du. Çabası yadırganmazdı ama sanki o çabada akşama özel bir yoğunluk ve gizem seziliyordu. Seziliyordu dediğime bakmayın belki de bir tek ben seziyordum.
Kuzenim birkaç günlüğüne kalmaya geldi. Sıcakta dışarı çıkamadığımız için günleri değerlendirmeyi akşam serinliğine bırakıyorduk. Gündüzleri rutin ev işlerinin ardından balkon sefasıyla idare ediyor, akşam serinliğinde yürüyüşler yapıyor, geç saatlere kadar kafede vakit geçiriyorduk. Gülmek en yakın arkadaşımız olduğu için yanımızdan hiç ayrılmıyordu. Tek düze gibi görülse de araya doğaçlama serpiştirdiğimiz hallerimiz birkaç bölümlük komedi dizisini aratmıyordu.
İnsanın elini kolunu bağlayan sıcak sanırım aklına ulaşamıyordu ki böyle günlerden birinde dâhiyane bir fikir attı ortaya bizim kuzen. Şu an başarılı bir öğretim üyesi olan o zamanın delişmen kızı ‘ruh çağıralım’ dedi. Aldı beni bir gülme, inanmakla inanmamak arasında ‘taksi çağırmıyorsun kuzum girmeyelim böyle işlere istersen’ dedim. Ailenin laneti midir, ödülü müdür hala çözemediğimiz duru görü yeteneğimiz sayesinde paranormal olaylara alışıktık. Ama ruh çağırmak nedir arkadaş, o hiç girmememiz gereken bir kulvarmış anladık.
Uzun dil dökmelerin ardından sonunda beni de yoldan çıkardı. Alttan alta hafif gerilmeler eşliğinde alt komşumuzun kızını da davet ettik. İkisi filmlerden gördükleri şekilde bir ruh çağırma seansında ne lazımsa hepsini hazırladılar. Alfabetik sırayla dizilmiş kağıtlar ve her kahve içişimde içimi ürperten fincan...
Kuzenim ve komşu kızı parmaklarını fincanın üzerine koydular. Ben çekimser olduğum için parmağımı sakladım. Yan gözle izlemeye koyuldum. Korku değildi hissettiğim, bilmediğim bir suda karayı ararken kendime zarar vermekti.
Ve başladık. Ey falanca filanca dendiği anda ‘ hadi bakalım cevap ver ‘ diye sonradan ne kadar yanlış yaptığımın farkına varacağım bir cümle kurdum. Hay dilimi eşek arısı soksaydı. Anında hareketlenen fincan için bilimsel ne açıklama yapılır bilemem. Ama yaşadığım diğer olaylar arasında bilimi en unutturanıydı kesinlikle. Fincan harften harfe gidiyor, birleşen harflerle kurulan cümleler bana resmen can çekiştiriyordu. Bu ruhun benimle derdi neydi anlamamıştım, belki de kendisini kaale almadığım için kızmıştı.
Kuzen ve komşu kızının sorduğu muhtelif saçma sorulara, saçmadan da öte ama gerçeklerle bir yerde kesişen cevaplar veren sözde ruh bir ara benim evden gitmemi bile istedi. ‘Aaa bu kadarı fazla, kimin evinden kimi kovuyorsun, gönderin şunu ya‘ İşte kurmamam gereken ikinci cümle buymuş. Hayli uğraştılar garibimi geri göndermek için. Son denemede ses çıkmayınca gittiğine hükmedip malzemeleri kaldırdık.
Ve gece oldu. Alışık olduğum hislerden farklı bir şey vardı içimde. Arkamda sürekli biri varmış gibi dönüp bakıyordum sürekli. Su içmeye mutfağa tek başına gidememek fenaydı o sıcakta. Dedim ya alışık olmadığım bir his. Alışık olduklarım beni ürpertmiyorlardı çünkü. Televizyon izlerken, kendi kendine yanan banyo ışığından mı, açılan sokak kapısı kilidinden mi, her defasında yatak odasında bulup yerine götürdüğüm banyo terliklerinden mi bahsedeyim, üzerimden çekilen pikeden mi… Sabahı sabah ediyor, gülünç duruma düşmemek için kimseye bir şey anlatamıyorduk. O sıcakta tepemize kadar çektiğimiz pikenin altında nefes almaya çalıştığımız geceleri ezanla güne bağlıyorduk.
Bu arada , o ilk akşam giymek istediğim geceliğimi bulamadığımı belirteyim. Askılı, penye önünde cebi olan sade bir gecelik… Ara tara yok. Günlerce evin altını üstüne getirdik. Çöpler dahil her yere baktık. Bir hafta evdeki köşe kapmaca gece gündüz devam etti.
Günler geçti kuzen gitti. Kaldık mı baş başa.
Bildiğim tüm duaları okuya okuya gezdim evin içinde. Daha ne böyle şey yaparım, ne yaptırırım diye söz verdim kendime. O haftanın sonunda, yine çekişmeli bir gecenin sabahında zar zor daldığım uykudan uyandım. Yatağın kenarına oturdum. Elimi dolabın çekmecesine gayri ihtiyari uzattım. Bingo! Benim güzel geceliğim buruş buruş çekmecenin en dibine tıkılmış. Artık ritüele dönüşen dua okuma seansıyla geceliği oradan çıkardım. Bööö demedi kimse tabii. Geceliğimin cep kısmında kocaman bir yanık izi kapkara gözleriyle bana bakıyordu. Yapılacak şey belliydi ben de onu yaptım. Geceliği çöpe, yaşadığım o korkunç haftayı da beynimin en derinine attım.
Olaylar kesildi, normale döndük. Arkadaş ortamında bu olaydan bahsederken yine kurmamam gereken bir cümle kurdum rahatlamanın verdiği heyecanla.
‘Yine iyi yırttım ya geceliğin içinde olsaydım!’
Neyse ki bu defa sadece ben duymuştum. Siz de duymamış olun.