raşit duran raşit duran

‘Susadım Çeşmeye Gelmez Olaydım’

Serlevha; Arabesk müziğin devlerinden Ferdi Tayfur’un bir zamanların efsane şarkısının başlangıç sözleridir. Çeşme başında başlayan bir aşkın terennümü, notaların diliyle ve musiki lisanıyla dile getirilişidir. Musiki; ait olduğu halkın kültür ve medeniyetini seslendirir, onların hüznünü, neşesini, hayat tarzını ve tavrını, sevdalarını, özlemlerini, kavuşmalarını ritim ve melodi eşliğinde dile getirirler. Hele ruha nüfuz eden bir makam, söz ve ses de varsa musiki, musiki olmaktan çıkar, adeta ruhun tecessüm etmiş bir hazzı ve gıdası haline gelir.  

Her bahar mevsiminde üstü papatya tarlasına dönen ve saçakları sarı kır çiçekleriyle bezenen toprak damlı köy evlerinin önünde, etrafını ağaçlarla birlikte yemyeşil çimenlerin ve türlü türlü çiçeklerin sarıp sarmaladığı su kuyusu bulunsa da kurnalardan şebeke sularının akmadığı zamanların kırsalında aşk, çoğu zaman çeşme başlarında başlardı. Köy çeşmesi demek, köy hayatında köylü kadınların ve genç kızların buluşma, halleşme, haberleşme mekânı demektir. Aralarında yabancı insan varsa şifreli yoksa açıktan muhabbet ederlerdi çeşme başında.

Her köy çeşmesinin bir hikayesi vardır. Haydar Baba Aşireti sürüleriyle birlikte önce köyden hayli uzak, Kaklık Ovasında sulak bir yere konarlar. Fakat sivrisinekten barınamazlar. Oradan bir kısmı komşu Yokuşbaşı Köyü’ne bir kısmı da bizim Alikurt Köyü’ne, şimdiki çeşmenin olduğu sulak ve ormanlık bir yere gelip yurt tutarlar. 70’li yıllarda betonla yapılan eski çeşmemiz köyün kıble tarafında, eski asfaltın hemen altındadır. Önce çam ağacından sonra demirden yapılan çifte oluktan bilek kalınlığında sular akar, T şeklindeki büyükçe üç su ahırında (yalak) biriken sular yanlarından taşıp, doğal olarak oluşmuş, içi, iri çakıl taşlarıyla dolu su arklarından, taşlara çarpa çarpa çeşmenin aşağısındaki bağ ve bahçelere şırıl şırıl akar giderdi. Suyun şırıltısı gündüz vakti duyulmazdı ama mehtaplı, sessiz ve sakin gecelerde yaptığımız gezintilerde yolumuz çeşmeye uğrarsa, ark’a yaklaşırken öteden duyardık bu şırıltıları. Bu şırıltıya eşlik eden ve onu tamamlayan bir başka doğal ses de suyun akıp gittiği bahçe arklarında mesken tutmuş kurbağa sesleriydi. Arkın şırıltısı ve kurbağa sesi, gecenin sessizliğini bozmaz, aksine geceye renk katar, hayat verirdi. Şırıltı bir ritim, kurbağa sesi de melodi gibiydi. Bazen, çakıl taşları üzerine çömelmiş vaziyette gördüğümüz kurbağa, avurtlarını şişirerek vıraklar, bizi görünce de cup diye suya dalardı.

İdrislerin Hasan’ın diktiği söylenen çeşme önündeki bir asra yaklaşan yaşıyla, önce rükua varırcasına eğilmiş vaziyeti, sonra birden kıyama kalkar gibi semaya ser çekmiş dallarıyla ulu çınarın altı; bizim, yaz mevsiminin en hararetli günlerinde oyun ve oyalanma mekânımızdı. Zikzaklı yola benzeyen gövdesine tırmanmak maharet istese de çıplak ayakla düşe kalka çıkanlar, zafer kazanmış kumandan edasıyla yerde kalanlara selam çakardı.

Köyde, ikindi vaktinin serinliği ve gölgesi hararetli topraklar üzerine düşünce, ortalıkta pek görünmeyen kadınlar ve genç kızlar, o günün ve ertesi günün taze suyunu evlerine taşımak üzere, ellerinde yahut omuzlarında kırmızı topraktan yapılmış, tek ya da çift ümzüklü, boy boy meşhur Gızılasar bardakları, boduçları yahut testileriyle, ikişerli yahut üçerli gruplar halinde köy çeşmesinin yolunu tutarlardı. Suya gitme, derlerdi buna. Rutin ve zahmetli hizmet gibi gelse de suya gitme işi, köy hayatının vazgeçilmezi, eğlenceli kültürel bir sosyal faaliyeti gibiydi. 

Köyün çeşmesi yalnızca kadın ve kızlara ya da âşıklara değil, daha kimlere hizmet etmezdi ki. Önceki seneden tecrübeli genç sığırtmaçlar, ellerinde övendire denilen, malları sevk ve idare ettikleri uzunca bir değnekle, gün ışımaya başlamadan az evvel ahırdan çıkardıkları büyükbaşları, önce köyün çeşmesine getirir, suladıktan sonra ova tarafındaki her zamanki otlaklarına götürürlerdi. Mal gütme denilen bu iş, öğle sıcağının harareti arttığı dakikalarda biter, yine aynı yoldan köy çeşmesine gelirler, karınları doymuş mallarını sulayıp ahırlarına götürürlerdi. Okulların açılacağı vakte kadar bu amatör çobanlık işi yaz boyunca sürüp giderdi. Mal gütme sezonu bitince, emeklerinin karşılığı olarak mal sahibinin maddi durumuna göre el harçlığı verilirdi bu amatör çobancıklara.

Suya gitmeye benzer bir başka sosyokültürel faaliyet de köyün genç erkeklerinin sonbaharın nihayetinde, gün batımından biraz evvel sobada kullanacakları odunları nacakla bölme işi idi. Onun da bir usulü vardı ki, odun bölme işini de yine işin ehli gençlere yaptırırlardı. Hem sportif hem kültürel hem sosyal bir faaliyet olarak tören havasında yerine getirilirdi odun bölme işi.  

Velhasıl; çeşmesine suya gitme, ovasında mal gütme, avlusunda odun bölme, harmandan sonra kalkan buğdayı çeşme ahırlarında yıkama, serme ve kurutma sonra da değirmene götürme sıradan, ehemmiyetsiz bir iş gibi görünse de köy hayatında bunlar, usulünce yapılan sosyo-kültürel, folklorik ve tören havasındaki faaliyetler olarak icra edilir; köy hayatının sosyal ve doğal dokusuna başka bir renk ve canlılık katardı.  

Şimdi onlardan geriye sadece ulu çınar ağacı, yosun tutmuş bomboş su ahırları (yalak), çifte oluğundan ve çakıl taşlı fakat kurbağasız arklarından sular akmayan çeşmemiz kaldı. Sessiz, garip, mahzun. Dile gelmiş olsaydı kim bilir evvel zamana dair ne hikayeler anlatırdı eski köy çeşmesi. 

devamını oku