fatma pekşen fatma pekşen

bir çift bot

“Eskiden iyilik yaparlardı söylemezlerdi. Sonra hem yapmaya hem söylemeye başladılar. Şimdi ise yapmıyorlar fakat söylüyorlar.”

                                                                Ömer Bin Haris

Üçüncü kere açtı perdeyi. Kırağı çökmüş güz çayırları ölgünlüğündeki kahverengi, düz saçlarını savurarak eğildi; asfaltla henüz tanışmamış -tanışacağa da benzemeyen- sokağı, gözünün alabildiği noktaya kadar taradı ve bilmem hangi zenginin hibesi, kendini bildi bileli pencerede asılı duran bez parçasını yavaşça bıraktı. Perde, en az yirmi sene evvelinin modelini taşıyan, iri gül deseniyle gölgeledi odayı. 

Sahurdan sonra uyku tutmamıştı. Her an gelebilirlerdi. 

Öyle dememiş miydi mahallenin muhtarı? “Öğleden önce hayırsever bir iş adamımız kamyonuyla gelecek, çocuk ve bayan ayakkabısı bağışında bulunacak.”

Seç seçebildiğin modeli, beğen beğenebildiğin rengi.

Okkalı bir kışın geleceğinin sinyallerini veren tahmincilerin tavsiyelerine uyarak, şöyle baldırlarına kadar çıkabilen bir çift bot seçmeliydi. Hem de Şebnem’in botlarına benzeyen, siyah, önden çapraz bağlayacağı, hafif topuklu, gıcır gıcır bir bot. İşe o zaman içi daha rahat edecek, ayaklarını saklama ihtiyacı duymayacaktı arkadaşlarının yanında.

Oh be! İyi ki Ramazan gelmişti. İyi ki hayırseverler vardı.  

Bilet parası bulamadığı için yayan gittiği okuluna, “Kilo alıyorum, ne güzel spor oluyor,” havası vermekten bıkmıştı. Bir de çoraplarının üzerine geçirdiği poşetle giydiği botlardan...

Annesinin fikriydi. Büzüş büzüş olmuş, sokağın olanca çamurlu suyunu çeken ayaklarını ve altı patlak ayakkabılarını gösterip sızlandığı bir okul sabahında söylemişti. “Çoraplarının üstüne birer makarna poşeti geçir, öyle giy. Su çekmez. Rahat gider gelirsin. Üşümezsin de.”

Önceleri umursamadıysa da sonra mecburen uygulamıştı. Fena da olmuyordu hani. Her ne kadar naylonun etkisiyle parmakları sinir bozucu bir biçimde yapış yapış oluyorsa da en azından pis su ile bağlantısını kesiyor, karın ağrısını filan engelliyordu. 

Perdeyi yeniden araladı. Sokağın, her zamanki omuzu çökmüş gariban görüntüsüne baktı. Soğuk, hafif çiseleyen yağmurun koyu bir renge boyadığı, orasında burasında paslı sac kızartılarının izlerini taşıyan, eciş bücüş yuvaların sıralandığı binlerce sokaktan birisiydi bu. Evler, gülmeyi lüks sayan, kendi kabuğuna gizlenmiş, ürkek bir kaplumbağa gibiydi. 

Dizlerine kadar çektiği, beyaz okul çoraplarının üstünde ne güzel dururdu botlar: Siyah ve beyaz, beyaz ve siyah. Canını sevdiğimin takımının renginde hem de hayatın renginde. 

Hayat; siyah ve beyaz değil miydi?

Elini yeniden perdeye doğru götürdü, yatağında kımıldanıp duran babaannesinin göreceğini, “Yat, yerine artık. Sahurdan beri uyutmadın birimizi. Gelirse duyuru yaparlar nasıl olsa,” azarını işiteceğini varsayarak, açmaktan vazgeçti.

Bir kere kesinlikle sivri olmamalıydı burnu. Şöyle, Şebnem’inki gibi ya da Ayşenur’unki gibi, son moda, köşeli geniş burunlu, köşeli topuklu, ama mutlaka bağcıklı olmalıydı. 

Koklardı onu be! Kıyamazdı bile ayağına geçirmeye... 

İyi ki bir yaş büyüğü ile iki yaş küçüğü oğlandı da botlarına el koyma ihtimalleri yoktu. Yoksa çocukluklarında yaptıkları gibi, annesinin temizlikten gelirken getirdiği tişörtlere, kot pantolonlara uyguladıklarını tekrarlar, elinden alırlardı. 

Bir, uyku arasında inleyip duran babaannesine baktı, bir de sık sık bozulan saate. Daha yeni sekize geliyordu. Üfff, babaannesi haklıydı. Daha çok erkendi. Hiç Ramazan Ramazan bu saatte gelirler miydi Allah’ın dağına? Hem belki kayalıklara sırtını vermiş bu son mahalleye gelene kadar koca kamyonda ayakkabı mayakkabı kalmazdı.

Yok be, öyle değildir. Koskoca muhtar yalan söyleyecek değildi ya. “İdris Beyefendi yarın öğleden önce mahalleye gelecek, bağışta bulunacak, ihtiyacı olanlar seçip giyecekler,” demişti akşamüstü. Daha önceden tespit edip zor durumda olanlara öncelik tanıyacağını da ilâve etmişti. 

Kim bilir, belki de artanlar olur. Onları da dağıtır altın kalpli hayırsever. ‘Size bir yükü mü var? Seneye giyersiniz. Saklayın,’ der.

Der mi? 

Eğer derse kıyak olur vallahi. 

Şöyle insanın elinin altında kımıl kımıl kımıldayan, yeni doğmuş deve yavrusunun tüyleri gibi ışıl ışıl, ikinci bir bot! Yağmurlu günlerde burunları ıslanmış olduğu için, uçları daha koyu renkte olan, beyaza yakın bej veya tarçın rengi süet kadifeden, o biçim bir bot!

Dönüşümlü de giyebilirdi. Annesi, “İkisini birden eskitme; seneye de bırak,” derdi ama olsun. Onu kırmamak için somyanın altına doğru yerleştirir gibi ederse de fırsatını bulduğu anda da okul yolunu boylardı. Fırsat, annenin haftanın iki-üç günü gittiği temizlik değil miydi?

Yüreği ağzına geldi, konuşmalar duyar gibi olmuştu. Herkesten önce koşmalıydı kamyonun yanına! Mahallenin Süreyya Ayhan’ı olmalıydı! Sokağı dinledi, ses çıkarmamaya gayret ederek perdeyi araladı. Iıh, kimsecikler yoktu. Sesin kaynağı, içeri odada uyuyan babasıydı büyük ihtimalle. İki göz evlerinde, altı senedir yatağa bağımlı yaşayan babasının sayıklama sesiydi;  gene iş kazası geçirdiğini görüyordu galiba…

İlk, okula başladığı gün, yani kazadan iki yıl önce gıcır gıcır giydirip elinden tutarak götürdükleri okul yolunda, “Benim kızım okuyacak, doktor olacak. Çok para kazanacak. Bize de bakacak, yoksullara da,” demişti zavallı adam. Birçok babanın dediği gibi.

O talihsiz kaza olmasaydı, annesi işe gittiği günleri iki katına çıkarmasaydı, sıradan bir aile tablosu çizen evleri, yoksul durumuna düşmeseydi her şey ne güzel olacaktı. İçi sızladı.

Saat onda gelseler, en az iki saat ederdi. Yatsa mıydı acaba? Ya da kitap mı okusaydı? Yoksa Buket’in -yazdan beri beklettiği- magazin dergilerine mi göz atsaydı?

Yok be! Bu sayfalar sarmamıştı kendisini. Yapay gülüşler, yapay haberler, incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü abuk sabuk şeyden örülü renk cümbüşü... İlk fırsatta iade etmeliydi Buket’e. Galiba en doğrusu hafta içinde olacakları Sosyal Bilgiler sınavına hazırlanmak; dolayısıyla da ağabeyinden miras kalan kitabı karıştırmaktı. 

Bu sene sekizinci sınıftaydı. Şimdiye kadar annesinin el örgüsü bere ve atkıyla gidip geldiği okula, seneye liseli olacağına göre veda etmeli, kızlarınki gibi süslü şapkaların birinden edinmeliydi. Ya da iyi cins yünden, şöyle bayrak kırmızısı, kirpi gibi dikilen, bere atkı, eldiven takımı almalıydı. Acaba bu seneki bağışların içinde o tür şeylerden var mıydı? Yoksa... Kaç paradır acep? Annesi o tür havalı modeller örmeyi becerebilir miydi? Şebnem’inki gibi saçlarını savurarak boynuna doladığı atkıyla yola koyulunca dizilerdeki kızlara dönerdi be!

Elini yeniden perdeye attı, açmadan geri çekti. Nasıl olsa duyulurdu.

Anorağı da bir hayırseverin bağışıydı zaten. İyi ki şu Ramazanlar vardı. İyi ki hayırseverler ta ayaklarına kadar geliyorlardı da sırtları çıplak, ayakları kapsız, karınları aşsız kalmıyordu. Şu İslâmiyet güzel şeydi. 

Gözlerini bir kez daha, kıpırtısı artan ihtiyarın ve kardeşlerinin üzerinde gezdirdi. Uykunun derinliklerinde bir yerlerde olmaydılar...

Sosyal Bilgiler kitabını almak için sobaya yakın bir yerde duran, pörsümüş çantasına uzanırken, annesinin -kuruması için- akşam vakti soba etrafına dizdiği dört çift ayakkabıdan, kendi botuna hafifçe bir tekme attı. Fısıltı halinde, “Senden bugün kurtuluyorum süs köpeği,” dedi, yanının üstüne devrilen kahverengi emektarlarına. 

“Pazartesi günü yeni cicilerimle okula gideceğim. Sen de bizim sahur çayımızı kaynatmak için sobada olacaksın canım. Bay baay,” diye ilâve etti. 

Çok fazla hoşlanmadığı dersin kitabını alıp yerine geri çöktü. Gözü, yatağının kenarına koyduğu magazin dergisine kaymıştı. Yarı beline kadar çıplak, ışıltılı bedeninden kozmetik ürünleri taşan bir sosyete güzelinin ayakları dikkatini çekti. Dize kadar yükselen, baldırlarını sarmış taşlı bir çizme. Mini etek, çıplak beden ve çizme... Bir gariplik var gibiydi.

Kendi botlarıyla kıyasladı resimdekini. Yok be, kendi seçeceği bot buna beş çekerdi. Gıcır gıcır, köşeli burun, topuk, bağcıklar... Kırmızı beyaz anorak... bayrak kırmızısı, bere, atkı, eldiven takımı... Dizi kızları gibi yürüyüş... Bu süslü yosmalar da kim olurdu ki yanında.

“Ben de arkadaşlarım gibi yürüyorum. Benim de ayakkabılarım su çekmiyor,” mesajı veren, kararla atılan kütür kütür adımlar...

Taşlı çizmeler, sosyete haberleri, “kim şık, kim rüküş” köşeleri için kaygı taşıyan beyinleri üzerinde taşırken, bağcıklı siyah botlar, “kendisini, ailesini ve çevresindeki herkesi kucaklamaya hazır” bir idealin, iyi bir öğrenimin temelini kurmaya çalışanları taşıyacaktı. 

Aradaki fark bu kadar basitti işte (!)

Akşamdan çamurları temizlenip soba etrafına sıralanan botların içinden, yana kaykılmış duran, biraz öncesine kadar kendisinin olan, yer yer bozarmış kahverengilerine takıldı bakışları. Tıpkı süs köpeklerine benziyordu. Hani şu kulakları düşük, ağlar yüzlü, hüzünlü bakışlı süs köpeklerine... Bazen zenginlerin yanında uzun zincirleriyle yürürken görürdü. Kaniş mi, Doberman mı, Dalmaçyalı mı... adları her ne ise ondan. Köpekler hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Güldü içinden.

Kitabı birkaç satır okumadan içinin baygınlaştığını hissedip, eski çizgili çarşafın, “gel hadi” veren mesajına uyup uzandı, yorganı boğazına kadar çekti.

Kulağı tetikteydi. İlk koşan olmalıydı. Mahallenin Süreyya Ayhan’ı...

*

Kitabı yere çarpıp, uğultu çıkaran kamyona doğru koşarken, ayağının takıldığı süs köpeğine, “hadi ordan be! Senden kurtuluyorum nihayet!” diye bağırdı nefes nefese... sanki ayağına yapışıp da, yeniden giymesi için zorlayacakmış gibi.

Uzun ince antreyi geçti, buzlu camla ayrılmış bölüme dizili naylon terliklerden birisini ayağına geçirirken yüksek sesle söylendi:

“İyi ki şu hayırseverler var.”

 Kapıyı, birazdan iki çift, hem de birisi siyah, diğeri bej iki botla döneceğini hesaplayarak aralık bıraktı ve sokağa fırladı.

*

Bir dakika sonra kapıyı örterek, odaya geri girip soba dibine diz çökünce, süs köpeklerine dikti gözlerini. 

- Alınmadın değil mi bir tanem? Seni bir güzel boyarım yepyeni olursun. Birer de yeni bağcık takarız. Lastiklisinden... Biliyor musun, demin ki sözlerimin hepsi şakaydı. Ben senden ayrılamam. Seni poşetle de giysem çok seviyorum, dedi heyecanlı bir sesle. 

Ayağa kalkıp güllü, eski perdeyi araladı, sokağa baktı. 

İtişip kakışanları, kuyruğa girenleri girmeyenleri kaydeden en az beş altı kamera vardı. Kurulduğu son model arabanın içindeki hayırsever(!) iş adamının mutlu yüzünü ve bağışta bulunduğu yoksul insanların kargaşasını kaydediyordu akşam haberleri için. 

Kız, olup bitenleri anlayıp anlamadığını kontrol için soba dibine baktı. Süs köpeği gülümsüyordu. O da gülümsedi...

devamını oku