Ülkemin Kadınlarına…
Evlendi… İtaat et, dediler. Evlilik, ruhun değil yalnızca
bedenin sözleşmesiydi. Sanki kadın olmak, kendi sesinden vazgeçmekti. Boyun eğ,
tartışma, fazla gülme, sesini yükseltme… Evdeki huzur kadının susuşuyla gelir,
dediler. Sustukça içinde başka sesler bağırmaya başladı. İçindeki kız çocuğu,
her akşam pencereden gökyüzüne bakıp, “Ben kimim şimdi?” diye fısıldadı. Bir
kez bile “Sen ne istiyorsun?” diye soran olmadı. Sormayı bilmiyorlardı çünkü
onlar da bir zamanlar soramamıştı.
Sorular, geceleri rüyalara döndü. Rüyalar, gözyaşıyla
sulanmış toprak gibi her sabah bir başka hakikati büyüttü içinde. Sabırlıydı.
İtaatkârdı. Kanatlarını gizlemeyi öğrendi. Bazen sustu, bazen inatla gülümsedi.
Her susuşunda biraz daha uzaklaştı içindeki kuştan ama sabır, başka türden bir
dirençti. Sabrın içinde, küllerinde gizlenmiş bir kıvılcım gibi kendi doğuşunu
bekledi.
İlk önce sözü alındı elinden. Sonra gülüşü, sonra kararları…
en sonunda hayalleriyle arasına perdeler gerildi. Kendinden vazgeçtikçe “iyi
kadın” sanıldı. Boyun eğdikçe “erdemli”, suskun kaldıkça “sabırlı”…
Sustukları arasında en çok da kendini duyamamaya üzülüyordu.
Her hakkını verirken başkasına, kendine bir borç birikiyordu fark etmeden ve
borç büyüyordu. Bir gün ödemek zorunda kalacağını bilerek yaşıyordu artık.
İçten içe biliyordu: İnsanın kendine ettiği adaletsizliği, dünya gelse telafi
edemezdi.
Değerleriyle çatışan bir hayat yaşamaktan her gün yorulurdu.
İçinde büyüttüğü hakikatle, yaşadığı gerçeklik arasında yırtılan ince bir perde
vardı. Bir yanda “sabret” diyen ses, diğer yanda “uyan” diyen sancı… Bir yanda
öğretilmiş itaati taşıyan gelenek; diğer yanda özle yoğrulmuş bir özgürlük
arzusu…
Kadim metinlerle tanıştıkça, kendi hayatına baktığında çok
utandı. Okuduğu hiçbir kutsal söz, onun acıya rıza göstermesini, kendini yok
saymasını emretmiyordu. İşte tam da bu yüzden… Çatışıyordu. Yoruluyordu.
İnançlarıyla barışmak istiyor ama yaşamıyla barışamıyordu. İçindeki ses her
geçen gün daha çok yankılanıyordu: “İtaat etmen gereken yer Tanrı’nın adaleti
mi yoksa insanların kurgusal suskunluğu mu?”
Kaçmak… Kaçıp gitmek… Bu his, bazen sabah ezanından önce
uyanan bir iç sızıydı, bazen de gece sessizliğinde ciğerine kadar işleyen bir
uğultu. O his, ayaklarına dolanırdı. Bir rüzgâr gibi savurur, bir kuş gibi
ürpertirdi kanatlarını. Kaçmak isteğine mani olamazdı. Çünkü kalmak, her geçen
gün biraz daha eksilmekti. Çünkü kalmak, sanki Tanrı’nın ona üflediği ruhu
unutmaktı. O kaçmakla değil, hatırlamakla imtihandaydı. Gidişlerinde bile bir
hatırlayış vardı. Kendini, kimliğini, sözlerini, düşlerini, rüyalarını…
Unutulmuş bir şehri yeniden adımlamak gibi, kendine dönmek
için çıkardı yola. Her kaçış, bir doğuştu aslında. Bunu en çok kadınlar
bilirdi. İçindeki çocuk büyürken çocuk ruhu çocukluğundan kırılıp dururdu. O
ruh, bir kelebeğin kanadına çizilen incecik desenler kadar narindi. Her
kırılışında biraz daha silinir, biraz daha susar, biraz daha içine çekilirdi.
İçinde büyüttüğü çocuk, hep dışarıya bakar; bir ses, bir sıcaklık, bir anlayış
arardı. Her seferinde duvarlara çarpardı bakışı. Kırıldıkça yeniden yürümeyi
öğrenen, her seferinde biraz daha eksilen bir çocuktu... Yine de bir gün
sevilirse iyileşecek sanırdı. Çocuk, en çok kendisiyle sarılmayı öğrendiğinde
iyileşecekti oysa.
Kendi sesini duyurabilmek için bazen susması gerekti içi
oyulmuş ney gibi. Ama her susuşunda bir tını, bir uyarı, bir hatırlatma
bırakıyordu ardında. Ney’di o. Kırılmış, dağlanmış yerlerinden geçen nefesle
kendi sınırlarını yeniden çizdi. Ne yapılır, ne yapılmaz… Nerede durulur,
nerede susulur… Ne affedilir, ne artık mümkün değildir…
Sınırlarını ağlayarak değil, ağlamayı unutarak çizdi. Çünkü
sınırlar, artık koruması gereken tek yeriydi. İçeride küllerinden var ettiği
bir kadın vardı artık üzerine titrediği, kimselerin bir daha incitmesine izin
vermeyeceği… O sınırların ötesinden gelen hiçbir söz, hiçbir aşağılayıcı bakış,
bir daha içeri giremedi. “Ney”in sesi gibi artık kadının sesi de kendine
dönüktü; yalın, derin ve çok şey söyleyen bir susuşla.