Deniz kenarında gördüm onu. Sağ dizini neredeyse çenesine değdirecek kadar bükmüş -dirseğinden aşağısı yoktu- sağ koluyla dizi arasına sıkıştırdığı ipin ucuna, sol eliyle simit bağlamaya çalışıyordu. Yanında onun yaşlarında sarı saçlı üstü başı perişan başka bir çocuk daha vardı. Kendi kendine –türküydü galiba- bir şeyler mırıldanıyordu.
Hemen yanlarındaki banka oturdum. Onun acemi hareketlerle çabalamasını seyretmeye başladım. Kendimden biliyordum çocuğun gayreti boştu hem de en acıklısından. İnsan eksiğini bilir ama yokmuş gibi davranırsa sonuç hep hüsran olurdu.
Biraz ilerde usta balıkçılar oltalarını atmışlar kısmetlerini bekliyorlardı. Biliyorlardı ki deniz onları da elleri boş göndermezdi. İki taraf da üstlerine düşeni yerine getirmek için hazırdılar.
Onun olmayan kolunun ağırlığını omzumda hissettim. Bu esmer güzeli kara gözlü çocuk dilendirmek için kaçırılan –uzuvları kesilen- çocuklardan olabilirdi. Etrafta onu gözleyen birini aradım ama dikkatimi çeken kimseyi göremedim.
Hemen yanı başındaki kirli beyaz çuvaldan taşan kartonlardan birini aldı. Üşümüş olmalıydı. Yere serip üstüne oturdu. Bulunduğu alan onun sığınağı gibiydi. Bir köşede duran üstü açık simitler, plastik bardaklar ve üstünde yırtıklar olan kirli bir minder vardı. Kayalıkların boşluklarına sıkıştırdığı kartondan cılız miyavlama sesleri geliyordu. Kenarda duran süt, çocuğun güzel kalbini görmem için yeterliydi. Ben böyle dalıp gitmişken onun da bana baktığını fark ettim. Neşeli bir sesle, “Ne oldu Abla, kuytumu beğenmedin mi,” diye gülerek sordu. Hiç bu kadar güzel gülümseyen bir çocuk görmemiştim. “Merhaba,” dedim o da cevap olarak ışıl ışıl bakan gözleriyle selam verdi. Sonra işine kaldığı yerden devam etti.
Sarı saçlı arkadaşı, “Mahmut, sen kal istersen ama ben biraz daha dolaşayım. Akşam, eve eli boş gitmeyelim,” dedi ve türküsüne kaldığı yerden devam ederek gitti. Boyundan büyük arabayı sürüklemesini seyrettim bir müddet ardından. Mahmut… “Başka bir isim yakışmazdı zaten ona diye düşündüm.” Bir nedeni olmadan. Sonra bakışlarımı ışıklarla dans eden suların yüzeyinde gezdirmeye başladım. Denizin derinliklerinde sakladığı öykülerden biridir belki de Mahmut’un hikâyesi...
Küçük balıklar kendi etraflarında dönüyorlar bir ileri bir geri yüzüyorlardı. Mahmut –makara ipinden yapılma- oltasını denize attı. Balıklar, simidin etrafında hızlıca dönmeye başladılar. Birkaç saniye içinde çocuk ipini boş olarak geri çekti. “Yine olmadı,” dedi. Pek de üzülmüş bir hâli yoktu. Ben de fazla düşünmeden, “Hiç balık yakalayabildin mi,” diye sordum. Fakat pişman olmuştum bile. “Abla, ben hiçbir zaman yakalayamadım ki…” dedi ve sol elini boşluğa doğru ‘aldırma’ der gibi umarsızca salladı. Mahmut gülümsüyordu ama ben…
“Abla ben hiçbir zaman yakalayamadım ki…”
“Güzel gözlü çocuk sen hayatı yakalayabildin mi?”
“Sen sevgiyi hissedebildin mi? Tanır mısın o duyguyu?”
“Sen hiç gerçekten çocuk olabildin mi? Sen hiç koşup oynayabildin mi?
“Sen olmayan kolunun ağrısını çekerken etrafındaki insanların doyumsuzluğuna nasıl katlanabiliyorsun?”
Mahmut, balıklar için hazırladığı simidin bir parçasını ağzına attı. Ardından bana dönüp “Abla sen nerede oturuyorsun? Çocukların var mı senin? Abla, sen bizim köydeki ilk öğretmenime benziyorsun. Sen de öğretmen misin?” Neredeyse nefes almadan arka arkaya soru soruyordu. “Yavaş ol çocuk! Boğazına kaçacak lokman.” Telaşlanmıştım. Ona, benim yüzümden bir şey olmasından korkmuştum. Köşedeki büfeden su alıp ona verdim. Bir dikişte içti. Dudaklarının kenarında kalan ıslaklığı tişörtüyle silerken “Abla suyun tadı çok güzel,” dedi. Varlıklı olmak bir yumruk gibi göğsüme oturdu. “Ne istersen alayım sana. Bak şu köşede döner satıyorlar. Hangi içeceği istersen alabilirsin. Su da alırım.” diyerek kalktım. Fakat Mahmut, “Yok Abla simit var ya, yeter bana,” dedi.
Doğum günü hediyesi olarak aldığımız bisiklete dudaklarında yarım bir gülümsemeyle teşekkür eden oğlum geldi aklıma. Ablasına, ”Güya sürpriz yaptılar bana. Sorsalardı ne istediğimi söylerdim. Aldıkları marka ve modeli hiç beğenmedim,” deyişi…
Türkçeyi akıcı konuşuyordu ama aksanı farklıydı. “Nerelisin Mahmut?” Verdiği cevap beni şaşırtmadı. “Suriye’den yedi sene önce geldim Türkiye’ye Abla.” Birdenbire pat diye sordum. “Ailen?” Sesimi zor duymuştum ama çocuk tek solukta cevap verdi. “Hepsi öldü Abla.”
Başka bir çocuk babasının elinden tutarak yanımızdan geçti. Babası, ısrar edip durma bak kulaklarını çekerim, diye yalancı bir öfkeyle söyleniyordu oğluna. “Akşam yemeğinden önce dondurma falan yok sana.”
Kıyıya vuran çöplere takıldım. Dikkatimi başka şeylere vermek isteyerek. “Ne biçim insanlar, ne kadar düşüncesizler. Bu pet şişeler yüzyıllarca yok olmayacak. Niye böyle yapıyorlar ki,” diye söyleniyordum ki o sırada hırçın bir dalga gelip kıyıya hırsla vurdu. Denizden üzerime sıçrayan köpükler beni olduğum yerde zıplatınca Mahmut, öyle bir kahkaha attı ki gidip boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Ne tatlı ne içten bir gülüşün var senin,” dedim o, hâlâ benim halime gülerken.
Teyzesinin yanında kalıyormuş. Teyzesi iyi bir insanmış. Kendi çocuklarından ayırmıyormuş onu. Ama doğru dürüst kalacak bir yerleri yokmuş. Eniştesiyle beraber sokaklarda kâğıt toplayarak eve ekmek götürmeye uğraşıyorlarmış. Okula gidemediği için çok üzülüyormuş. En çok istediği şey suyu akan bir ev –annesi onu her gün mis gibi kokan sabunlarla yıkarmış- ve okula gidebilmekmiş. “Elektrik olmasa da olur aAbla,” dedi. “Su daha önemli. Ben mum ışığında okumaya çalışırım ama su olmayınca yıkanamıyorum. Koktuğum için kimse benimle arkadaşlık da etmiyor. Güzel kızlar yanımdan geçerken burunlarını kapatıyorlar bana öyle kötü bakıyorlar ki… İşte bir tek o zaman ağlamak istiyorum. Biliyor musun Abla ben kolum koptuğu zaman da çok ağlamıştım. Bana, ‘Erkeksin sen ağlamak, korkmak yakışmaz sana,’ dediler. Ben de bir daha ağlamadım. Annemin, babamın kardeşlerimin öldüğünü söylediklerinde bile…” Oysa Mahmut’un gözlerinde belli belirsiz yaşlar görmüştüm. “Zaten kopan kolumu da onların yanına gömdük. Yakında nasılsa ben de giderim.”
Başını okşadım. “Hiçbir şey vakti gelmeden son bulmaz. Kim olursa olsun, ne olursa olsun, herkesin yaşamında sonunda bir ışık doğar,” dedim. İçimden geldiği gibi söylediğim bu cümlelere ne kadar inanıyordum, bilmiyordum ama doğru olsun istiyordum. Mahmut anlamadığını fakat çok da merak etmediğini hissettiren bakışlarla yüzüme bakıyordu. İkimiz de gülmeye başladık.
Zaman geçmiş akşam olmuştu. Biz o sürede birbirimize bir sürü hikâye emanet etmiş, kartonlar ve gazetelerle doldurduğu çuvalıyla yanımıza gelen -teyzesinin oğluymuş- sarı saçlı çocuktan türküler dinlemiştik. Ayrılık vakti dayanamayıp Mahmut’a sarıldım. Bu sefer ağladığına emindim.
“Belki biz yeni bir öykü yazabiliriz yaşamımıza dair kim bilebilir ki…”