Roman da herhangi bir metin gibi zihnimizde güzellik duyumu oluşturmalıdır ki biz ona güzel diyelim yahut ondan estetik bir tat alalım. Bu bağlamda estetik olan, salt bir şey olmaktan çok zihnimizin etkilendiği niteliktir. O halde her estetik nesne gibi roman da zihnimizin koşullarıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilir. Bu olasıdır. Zihnin doğası incelenerek böyle bir görü oluşturulabilir. Hangi özelliklerin güzellik duyumu oluşturduğu hakkında bir fikre varılabilir. Elbette bunun olamayacağını savunmak da mümkündür. Her insanın zihni farklı biçimde bir birikimdir; dolayasıyla güzellik algısı da farklı olacaktır, denilebilir. Öteden beri dillendirilen güzelin göreceliği de bu karşı çıkışı güçlendirecektir.
Ne var ki zihinlerin farklılığı dendiğinde, bambaşkalıktan söz edilmemektedir. Zihinler arası farklılık, zihnin doğasının olasılıkları içinde bir farklılıktır. Dolayasıyla insan zihninin doğasının temel yapıları her zihinde bulunuyor olsa gerekir. Bu yüzden herkes için geçerli, bir başka deyişle evrensel bir güzelden söz edilemez ama bu, güzelin ne olup olmadığıyla ilgili bir fikrin oluşturulamayacağı anlamına gelmez. Sadece bu fikrin herkes için geçerli olmayabileceğini duyurur bize…
Güzel, ölçülebilen bir şey değildir, yani niteliksel bir şeydir. Bu yüzden niteliksel alanda evrensel bir yasa arayışına gerek yoktur, çünkü nitelik, ona yönelen özneye göre anlamlaşır. Bu nedenle de güzelin ne olduğuyla ilgili evrensel bir yasaya varmak mümkün değildir, böyle bir arayışa da gerek yoktur. Sadece zihnimizin güzellik duyumu almasını sağlayan şeylerin ne olduğu belirlenebilir. Elbette bu şeyler salt kendi hallerinde değil de zihnimizle bağlantı içinde anlamlaştırılabilir de…
Bu bağlamda 18.yüzyıldan başlayarak bir araştırma alanı haline gelen Laboratuvar estetiği ve onun bulguları değerlendirilebilir. Laboratuvar estetiği, sanat felsefesinden farklı olarak güzelin ne olduğunu sorup kavramsal olarak yanıtlamaya girişmeyi uyarlı görmez. Onun yerine, sanatçısından, oluştuğu mekandan ve zamanından bağımsız olarak insanlara güzellik duyumu veren eserlerin ortak özelliklerini araştırmayı önceler. Böylece, insan zihninin güzellik duyumunun nelerle bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmaya çalışır.
Estetik çalışmalarıyla ortaya çıkmış olan ilkeler güzelin ne olduğuyla ilgili bir fikre zemin oluşturabilir. Öte yandan bu ilkeler, güzel kabul edilen sanat eserlerinin salt hallerinden çok, ona yönelmiş insan zihninin doğasıyla ilgili olacaktır. Örneğin zihnimiz her şeyi bütünsellik için de kavramaya eğilimlidir ve bu güzel olan şeyler için de geçerlidir. Zihnimiz ilişkisizlik içinde ilişki, dağınıklık içinde bütünlük arar. Bunu bulutlara bakıp anlamlar çıkaran herkes deneyimlemiştir.
Bu yüzden estetiğin bir ilkesi olarak bütünsellik olarak söz edilebilir. Ancak bu kaskatı bir bütünsellik değildir çünkü sanat bilinçli bilinç dışılıktır, dolayasıyla bildirmeyi değil sezdirmeyi önceler. Zihnimiz kendi sezip fark ettiği şeylerde güzellik yaşar. Bu yüzden sanat eseri, içeriğini apaçık serimlemez. Keşfedilebilecek haline getirilmiş simgesellikle sezdirir. Sözgelimi bir romanı okuyan, romandaki iç içe geçmiş simgeler ve olay bütünü çokluğu içindeki bütünlüğü keşfetmeye yönelir. Hatta yarım bırakılanları da tamamlar ve sanki kendi deneyimlemiş gibi heyecanlanır. Güzellik duyumunun ilk uğrağı işte budur.
O halde roman yazmaya niyetlenen biri öncelikle bütünsellik haliyle yüzleşmelidir. Bütünsellikle ilgili düşünmeli ve onu hesaba katmalıdır. Ancak romandaki bütünsellik bir teoremin matematiksel açılımı yahut bir felsefi metnin neden/sonuç katılığını halindeki bir bütünsellik değildir. Romanda bütünselliğin ortaya çıkmasını sağlayan şey öncelikle romanın olay örgüsüdür. Olay örgüsü sezdirilmek istenen fikrin ortaya çıkmasını sağlayan simgelerin ilişkisel düzenidir. Bir bakıma bu olay örgüsüyle yeni bir evren oluşturulur. Okuyucu da bu kurgulanmış evrenin merkezine yerleşerek onu keşfetmeye çalışır. Ancak okuyucunun bu evrenin içine yerleşmesi ve olay örgüsünden beklenen sezgilere ulaşması için özdeşleşeceği bir özneye ihtiyaç duyar. Böylece sahicilik duygusu yaşayabilir ve sanki kendi yaşamış gibi arınabilir.
Tam da bu nedenle bütünlüğün merkezi olan bir özne gereklidir. Bu merkezi özne, geçmiş nesillerin sinema eserleri için tanımladıkları “esas kız yahut esas oğlan” karakteridir. Olay örgüsü bu özneye göre düzenleneceği, simgeler bu özneyle bağlantılı kurulacağı için okuyucu onunla özdeşleşmelidir. Onunla onunla özdeşleştiği anda güzellik duyumu yaşamaya olanak bulacaktır çünkü bu evrende kurgulanmış her şey merkezi özneye göre anlam taşır yahut değerlidir. Okuyucu bu merkezi özne sayesinde romanın bütünselliğini fark edebilir.
Romanda bütünsellik için bir başka olanak dildir. Romanın dilinin ortaklığı ve anlatı bütünsellik duyumu oluşturabilir. Dil dediğim sözcük seçimini de içerir söyleme biçimini de… Tam da burada sanat eserlerinde içerik ve biçim ilişkisine değinmek isterim. Sanat eseri için öz ve biçim bir ve aynı şeydir denemez. Bu ancak nesneler için geçerli olan bir belirleme olacaktır; söz gelimi masa dediğimizde ayaklı bir düzlemden söz ederiz ve biçimiyle özü burada ayıramayız. Canlılar içinde öz ve biçim arasında bir çarpıtma alanı bulunur. Her canlı, değişebilecek biçimsel öğelerini, görünme arzusu doğrultusunda değiştirecektir. Bunun için bir ahtapotu yahut balon balığını hatırlamak yeterlidir.
Ancak sanat eseri tam da bu iki tanımın ortasında bir yerde olsa gerekir. Sanat eserinde ya da özel olarak söylersek romanda içerikle biçim ne bir ve aynı olarak görülebilir ne de sanat eserinin görünme arzusu olabilir. Romanın içeriği onun özünü oluşturur ve bu ancak dille serimlenebilir. Romanın sezdirmek isteği fikir onun içeriği olarak ancak dil aracılığıyla var olabilir. Bu bağlamda öz ve biçim aynı şeydir ama yazar fikrin açılımı için birçok dilsel olasılığa sahiptir. Birinden birini seçene kadar özle biçim arasında katı bir ilişki olduğu söylenemez. Roman yayımlandığında ancak böyle bir ilişkiden söz edilebilir.
İçerik önünde sonunda bir fikirdir ve bu fikrin başka zihinlerde düşlemler oluşturarak sezdirilmesi için uygun biçime ihtiyaç vardır. Söz konusu roman olduğundan diyebiliriz ki sezdirilmek istenen fikrin başka zihinlerde oluşmasına en uygun olay örgüsü, en uygun karakter seçimi ve en uygun dil ya da söylem neyse o ortaya konmalıdır. Roman için özellikle dil önceliklidir çünkü roman dilsel bir tasarımdır. Ancak dil aracılığıyla var olabilir ya da dil aracılığıyla ortaya çıkabilir. Bu bağlamda romanın dili esas biçimdir, denilebilir.
O halde romanda bütünselliğin biçimsel görünümü sözcük seçimi ve söylemle oluşturulabilir. Bu bağlamda diyebilirim ki yazar hangi sözcükleri seçeceği kadar hangi sözcükleri dışlayacağı konusunda da dikkatli davranmalıdır. Benzer şekilde nasıl bir söylem oluşturacağı konusunda da… Özel olarak söylem konusunu anlatırken bu tartışmayı sürdüreceğim için burada sadece bütünsellikle dil ilişkisine değinmekle yetiniyorum.
Zihnimiz herhangi bir şeyi uzay/zaman bütünlüğü içinde kavrar. Bu estetik nesneleler için de geçerlidir. Nitelikler için de geçerlidir. Bir başka deyişle roman ve güzellik duyumu için de geçerlidir. Bu nedenle roman yazarı, tasarladığı fikrin güzellik duyumu yaratması için onu bir uzay/zaman içine yerleştirmelidir. Romanın doğası gereği zamansallığı uzaysallığının önündedir ve güzellik duyumu oluşturabilmesi için zamanın özel düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Bu özel düzenlenmiş zamansallık ritimdir. Roman yazarı bu ritmi oluşturmak için birçok olanağa sahiptir. Doğru düzenlenmiş bir ritim romanın içselleştirmesini sağlar ve sahiciliğini artırır. Dolayasıyla güzellik duyumu almamızı kolaylaştırır.
Romanda ritmin ayarlanması olanakları içinde en belirgin olanı, zihinlerde zaten var olan zamansal düzlem içinde olay örgüsünün devinimidir. En kolay zamansallık duyumu canlandırmayla yapılır. Romanın esas bir zamanı vardır ve bu okuyucuya duyrulur ama ara sıra geçmişe yönelik canlandırmalar yapılır ve ritim oluşturulabilir. Bunu yeri gelince ayrıntılandıracağım. Bir başka yöntemse karakterlerle tipler arasındaki değişim farklılığıdır. Romandaki karakterler romanın sonuna kadar değişir ama tipler değişmeden kalır. Dolayasıyla okuyucunun zihninde bir ritim oluşturulur.
Yeri gelmişken tip ve karakter üzerine de kısa bir tartışma açmak isterim, kısa diyorum çünkü karakter üzerine bir ayrı bölümde ayrıntılı tartışacağım. İnsan bir tarih kültür çevresine doğar. Bir başka deyişle toplumsal dokunun akışına doğar ve o kalıpla biçimlenir. Özel bir durum olmadığı sürece insan doğduğu çevrenin koşullarıyla yaşar. Bu verili koşulların biçimlendirdiği değerlere sahiptir ve bu verili koşulların biçimlendirdiği davranışlar içindedir. Ya zihinsel ya bedensel yahut verili koşulları aşmasını gerektiren bir şey nedeniyle bazı insanlar bu koşulların dışında ilkelere veya davranışlara sahip olur. İşte bunlara karakter denir. Verili olan koşulları aşamayan bir başka deyişle kültürel değerlerle biçimlenmiş kişilikler tiplerdir. Onlar koşullar gereği oluştuğu için, koşullar değişmeden kolay kolay değişmezler. Dolayasıyla romanda durağanlığı oluştururlar, durağanlığın görüntüsüdürler. Koşulların görüntüsü olurlar. Karakterlerse kendini yahut koşulları değiştirmesi bakımından romanın diriliğini bir başka deyişle devinimini oluşturur.
Şüphesiz ki tiplerin anlaşılması için uzaysallığın anlaşılması gerekir. Bu yüzden roman yazarı, olup bitenin nerede olduğunu okuyucuya duyurmalıdır. Böylece olan bitenin yaşanmış olabileceğine ikna olur zihnimiz. Herkes bilir ki biriyle tanıştığımızda ilk sorulardan biri de nereli olduğudur? Bunun yaşamsal bir önemi olduğu ortadadır; insanı tanımak için nerede doğup büyüdüğünü bilmek büyük ir ipucudur. Nihayet insan bir toplamdır; geçmişinin ve çevresinin toplamı… Ama bu öyle bir toplamdır ki aynı zamanda bir süreçtir devinip durur. Bu yüzden olan bitenin nerede olduğunu bilmeden zihnimiz güzellik duyumu yaşayamaz. Kurguda sahicilik bulamaz. Bu yüzden roman yazarı olan bitenin nerede oluştuğunu, tiplerin hangi koşulların sonucu olduğunu bize sezdirmelidir. Okuyucu olup bitenin nerede olduğunu canlandırmadan ondan güzellik duyumu alamaz.
Roman estetiğine bu giriş tartışmasından sonra diyebilirim ki; her estetik nesne örneğin roman okuyucuya güzellik duyumu vermek istiyorsa, insan zihninin olanaklarına göre bir kurgu oluşturmalıdır. Bunu kendisinin de keşfetmesi gerekmez, estetikçilerin çalışıp ortaya çıkardığı ilkeleri bilmesi yeterlidir. Bu ilkelerden biri zihnimizin bütünsellik arzusudur. Bu göz ardı edilemez. Gerçi postmodern bakış ya da yapı sökümcülük açısından bütünselliğin bir değeri olmayacağı itirazı yapılabilir. Ancak zihni temelden değişmedikçe bu bütünsellik eğiliminin ortadan kalkacağına yönelik bir sav öne sürülemez. Bilinçakışı gibi postmodern biçemlerler bile önünde sonunda bütünsellik içermelidir. İçermezse insan zihninin ondan güzellik duyumu alacağı şüphelidir.
Öte yandan zihnimiz güzel karşısında heyecanlanır ve bu heyecan tıpkı ilk örneklerdeki heyecana benzer. Bir başka deyişle ilk kez ateşi görmek, ilk kez denizi görmek gibi deneyimlere… Güzellik karşısında da insan heyecan duyar ürperir. Bu durum bize estetik nesnelerin özgünlük olması gerektiğini duyurur. İlk kez karşılaşılan bir durum güzellik oluşturmaya daha uyarlı olacaktır. Roman için söylersek özgün bir içerik okuyucunun güzellik duyumunu koşullandıracaktır. Özgünlüğü, ikamesi olmayan hal ya da durum diye belirleyebiliriz. Roman için de yerine geçecek başka roman olmaması hali diye söyleyebiliriz.
Özgünlük içerikle ilgili olan bir koşuldur ama biçimle de ilk örneklere benzer bir heyecan oluşturulabilir. Romandaki biçimse kurgu, dil ve söylem gibi ögelerle gerçekleştirilir. Öyle bir söylemle içerik serimlenir ki, benzer içeriği olan romanlardan ayrılarak zihnimize tazelik verebilir. Zihnimiz sıradanı, bayağıyı sevmez. Ondan tiksinir. Dolayasıyla tazelik onun ilgisini çeker. O halde romancı, sözgelimi bir aşk romanı yazıyorsa, binlerce aşk romanı içinde içeriğinin ikame edilmeyeceğini varsayamaz. Bir başka deyişle özgün bir aşk içeriği bulmak kolay değildir ama öyle bir biçimle serimleyebilir ki bu içeriği, okuyucu için tazelik duyumu verir ve zihin bu tazelikten güzellikle etkilenebilir. Bu konuya ilerde ayrıntılı döneceğim.
Genel olarak estetiğin ilkelerini, bir başka deyişle zihnimizin güzellik duyumu almasını sağlayan koşulları dillendirirsek; bütünsellikten, özgünlükten, tazelikten, uzay ve zamansallıktan söz etmeliyiz. Ancak özellikle de merkezi özneden söz etmeliyiz. Eğer bir romanda bütünsellik sezebilirsek, onda özgünlük bulursak, kurgusu, dili veya söyleminde tazelikle karşılaşırsak daha da önemlisi bize sahicilik veren bir zamansallığa ve uzaysallığa sahipse onda güzellik bulmamamız için bir engelimiz kalmaz. Her roman veya estetik nesne yeni bir evren kurgusu olduğu için sadece bu evreni keşfetmemiz için özdeşleşeceğimiz merkezi bir özneye ihtiyacımız kalır. Yazar eğer bunu da bize sağlıyorsa o roman bizim tüylerimizi ürpertecektir. Sanki biz yaşıyormuşuz gibi romanın içine yerleşebilir ve Aristotelesin söylediği gibi ruhsal bir arınma yaşayabiliriz. Bir estetik nesneden, bir başka deyişle bir romandan daha başka ne beklenebilir ki?