Göz kapaklarını delip beynine kadar işleyen güneşin yakıcılığından düşünceleriyle kaçıp kurtulmak istedi. Hayal meyal canlanan bir hatırasına sığındı. Çocukluğunda annesi, öğlen uykusuna yatırırken yüzünü sineklerden korumak için beyaz bir tülbent atardı üstüne. Buram buram anne kokusu doldu genzine. Kurumuş kan, kavrulmuş kum ve barut kokusu duymuyordu artık. Beyaz sabun kokulu tülbendin hayali; onu dış dünyadan, sineklerden ve en çok da güneşten koruyordu. Hayal ve uyku alemine geçişi kolaylaştıran o incecik örtü, şefkatle sarıp sarmaladı bütün varlığını. Bir an, sadece küçücük bir an bile olsa evlerinin hemen yanından akan derenin şırıltısını duydu. Ardından vakitsiz öten bir horozun sesi eşlik etti su sesine. Serin bir rüzgar; dut, elma, kayısı ağaçlarının kokularını yüklenip çıkageldi. Kızgın çöl güneşinin altında yanıp kavrulan, sertleşen, kabuklaşan yaraları, derisi kısacık bir zaman için bile olsa serinledi. Derin bir nefes aldı. Sıcak hava burun deliklerini yakarak içeri girdi. Yaralarına hücum eden iri yeşil sineklerin güneşte oluşan parıltıları, gözleri kapalı olmasına rağmen fark ediliyordu. Serin su sesi, meyve kokulu rüzgar, tülbent altındaki öğle uykuları ne kadar uzakta ve geride kalmıştı. Ömrünü bu ıssız ve sonsuz çölde tüketirken bütün varlığıyla, eti, kemiği hatta ruhuyla kavrulurken tutunduğu hatırasına şaştı kaldı.
Bir mezar taşı bile olmayacaktı. Annesi beyaz tülbendinin köşesiyle silip yaşlarını dualarını çöle doğru yolcularken o çoktan kumların arasında eriyip gidecekti. Sıcacık iki damla yaş süzüldü gözlerinden, şakaklarını ıslatıp geçerken kurudu. Parça parça olmuş, yer yer kanamış dudaklarını yalamak istedi, dili damağına yapışıp kuruduğundan yapamadı. Sineklerin vızıltısı ve yırtıcı kuşların seslerini duyuyordu. Her uzvu göz olmuş, hissiyatı en üst noktaya çıkmıştı. Etrafındaki en ince dokunuşu bile algılıyordu. Gece ne zaman bastıracak, inatla göz kapaklarını delip geçen güneş ne vakit oklarını üzerinden çekecekti? Çöl ne kadar sonsuzsa onun acziyeti de bir o kadar derindi.
Gün, saat kavramını yitirmişti. Sadece güneş ve gece vardı. Burada böyle kaç gündür hareketsiz yattığını da bilmiyordu. Çölün bitmez tükenmez sıcağı, düşünme yetisini de bozmuştu. Bedenini artık hareket ettiremiyordu. Vücudun bir bölümü gece esen rüzgarla savrulan kumlara gömülmüştü. Ölümün dışında kurtarıcı tek bir sebep kalmadığına kanaat getiriyordu. Bütün bunlara karşın hissiyatı doruk noktadaydı. Yaralarına inip kalkan sineklerin ayaklarını, derisine soktukları borularını inanılmaz kuvvetle hissediyordu. Bir de karıncalar vardı. İncecik bir şerit gibi güneşin doğuşuyla birlikte yavaş yavaş teninde dolaşmaya başlıyorlardı. Sonra kabuklaşmış yaralarını parça parça ısırıyor ve dayanılmaz bir acıya sebebiyet veriyorlardı. Göz göz olmuş yaralarına rağmen sinek ve karıncaların bu denli acı vermesi garip geliyordu. Acaba beklemek ve güneş onun muvazenesini mi bozmuştu? Derin bir iç geçirdi ya da öyle olduğunu zannetti ve yine annesinin uyku tülbendi gelip geçti hayalinden serin ve hafif bir tüy gibi konup kalktı üzerine.
Vücudunun altındaki her bir kum tanesini, kırık cam parçaları gibi hissedebiliyordu. Her zerresiyle serin, koyu ve bitmeyen bir gece arzuluyordu. Ölüm kolay olur sanmıştı .Parça parça, hücre hücre tükeneceği hiç aklına gelmemişti.
Arada, bazı gölgelerin üzerinde uçuştuğunu fark ediyordu. Kendisiyle birlikte onun ölümünü bekleyen akbabalar olmalıydı bunlar. Ne kadar da sabırlıydılar. Demek sineklerden ve karıncalardan sonra sıra onlara gelecekti.
Artık göz kapaklarına yapışmış gözlerini de hareket ettiremiyor, dudaklarını aralayamıyor, sadece kurumuş kanla dolu burnundan çok az nefes alıp verebiliyordu. Bazı sesler duydu. Yanılıyor muydu acaba? Bu duydukları sineklerin, arıların, akbabaların rüzgarın değil insanların sesiydi. Kurtulabilecek miydi? Kıpırdayabilse hayatta olduğunu gösterebilirdi ama kıpırdayamıyordu. Son kuvvetiyle çölün sahibinden iki kurtuluştan birini diledi. Gözyaşları şakaklarından süzülürken serin bir gölge düştü üzerine. Günlerdir ilk kez güneşle arasına bir perde giriyordu. Ne gariptir ki gölge annesinin tülbendi gibi sabun kokuluydu. “ Komutanım ,burada hâlâ yaşayanlar var. Biraz su getirin arkadaşlar biraz su...”