Babamın dilinden düşmezdi; “Yaşa ki göresin!” seslenişi… Bunu, daha çok beklenmedik olaylar başımıza geldiğinde söylerdi. Özellikle de felaketler için… Ama insan yaşadıkça sadece acı veren şeylere hayret etmiyor, beklenmedik sevinçlere de hayret ediyor. Belki gençliğindeki kadar şaşırmıyor yahut derinden etkilenmiyor ama yine de deneyimlemediği şeyler karşısında dudak büküyor yahut gözleri ışıldıyor. Ben de ömrümün bu dönemecinde böyle bir irkilmeyle karşılaştım ve babamın sözü dilimden akıp gitti; “Yaşa ki göresin…”
Pandemi koşullarından herkes birbirinden uzaklaşsa da insan insansız yapamıyor. O zor koşullarda nasıl oldu bilmem bir arkadaş topluluğumuz oluştu. Sıradan sohbetlerin dışına çıkabileceğimiz özel anlar için uygun zamanda bir araya gelip felsefe, estetik, tarih, dilbilim tartışmaları yapar olduk. Daha önce tanıdığım halde bu sohbetlerde yakın arkadaş olduğum yontucu ve ressam Hüseyin Kodan’ın Kartepe Belediyesi Sanat Evi’nde sergi açması söz konusu oldu. Beraber görüşmeye gittik. Kültür Müdürü Dilek Hanım ve bir arkadaşıyla sohbet ederken nasıl oldu anımsamıyorum Hüseyin Kodan’ın resimlerine özgü şiirler yazıp bunların da sergilenmesi kararını verdik. Elbette şiirleri ben yazacaktım.
İş sonra ciddileşti; sergi zamanı yaklaştı ve Hüseyin Kodan resimlerini gönderdi. Daha önce böyle bir şey görmemiştim, resimlerin yanında onları çoğaltan ve o resimlere özgü şiirlerin olduğu bir sergiyle karşılaşmamıştım. “Sanırım bundan vazgeçerler” diye geçiriyordum içimden ne Hüseyin Kodan ne de belediye bu karardan vazgeçmedi. İş başa düştü ve üç gün içinde şiirleri tamamlayıp gönderdim. Yaklaşık elli resim ve heykele şiir yazdım. Söylerken bile biraz gülümseme biraz şaşkınlık var yüzümde. Elbette bu şaşkınlık bir ikirciklenme de oluşturdu. Yayımlanmış bine yakın şiirim var, ömrüm şiirle geçti diyebilirim, fakat bir resme yahut yontuya şiir yazmak nasıl bir şeydi?
Yazdıklarımdan emin olmak için yine o toplulukta bulunan arkadaşımız Metin İlhan’a yazdığım ilk şiirleri resimlerle birlikte gönderdim. Fikrini merak ettim; dışarıdan nasıl göründüğünü merak ediyordum bir yandan, bir yandan da bu işin uygun olup olmadığıyla ilgili ikilemdeydim. Edebiyatçı olan Metin İlhan iletisinde genel olarak görüşünü aktardı: “Resimlere şiir yazmak, sipariş yoluyla bile olsa zor bir iş. Kaldı ki siz duygu yoğunluğunu yaşamadığınız resim ve heykellere, farklı duygulanmalarla yazdığınız şiirlerinizle eşlik etmeye çalışmışsınız. Bu durum zorlama duygusu yaratmıyor dersek çok da doğru olmaz. Ayrıca sergilenecek olan resim ve heykelleri kendi duygu ve düşünce süzgecinden geçirip özgürce yorumlamak isteyen bireye az da olsa ket vurmuş oluyorsunuz diye düşünüyorum. Bu düşüncelerim fazla mı abartılı endişesiyle sanata bir şekilde "bulaşmış" arkadaşlarımdan bu konuya yönelik görüşlerini sordum. Arkadaşlarımın büyük bölümü resim ve heykelleri yorumlarken şiirlerin "kavram dünyasından" hareketle çözümleme yaptıklarını ve eserleri, şiir bazlı yorumladıklarını gördüm. Bu da bana resim ve heykellerin yorumunda, bireyin özgürce değil, şiirin doğrudan yönlendirmesiyle yaptırıldığını gösterdi.”
Metin Hoca haklı mıydı? Resim yahut heykele yönelik duygu yoğunluğu yaşamış olmuyor muydum acaba? İçimden gelmeden, bir nesneye bağlı şiir yazma zorlama gibi algılanabilirdi, o da kısmen öyle algılamış… Bundan çekinmiyor değildim ve yoğun şiir yazdığım günlerde böyle bir tartışmaya ihtiyacım vardı. Metin Hocanın genel belirlemesi yaptığım konusunda kavramsal düşünmeme yol açtı diyebilirim. Bir sanat eseri başka bir sanat eserine esin kaynağı olabilir mi? Bu sorunun olası yanıtları zihnimde dolaşıp durdu. Benim dünyaya bakışıma göre insanla ilgili her şey şiiri tetikleyebilir. Diyelim Hüseyin Hocanın yaptığı yontuyu gördüm ve içimde bir şiir tetiklendi. Bu şiirin doğasına aykırı mı olurdu? Olmazdı elbette, ne de olsa şiir; Başka doğaların doğamızı etkilemesiyle oluşan birikimlerin canlandırılması ve başka doğaların doğamızı etkileme olasılıklarının keşfedilip diğer insanlara sezdirilmesine yönelik dilsel ve estetik bir tasarımdır. Bu tanıma göre bir yontu yahut bir resim benim doğamı etkilemez mi? Bu daha önceki etkilenmeleri canlandıramaz mı?
Ancak Metin Hocanın vurgulamak istediği konu daha çok kesten bu sanat eserlerine, yani resimlere ve heykellere şiir yazılmasıydı. Üstelik bir tane de değildi, elliye yakın bir şiirden söz ediyorum ve bu biraz sanattan çok zanaate dönme tehlikesi içindeydi.
Örnek olarak gönderdiğim resimlerle şiirler arasındaki ilişkiye yönelik görüşü ise hem bu kaygıya ışık tuttu hem de beni cesaretlendirdi diyebilirim. “Sayın hocam, yapmaya çalıştığınız iş çok farklı bir konsept içermektedir. Kolay mı, elbette değil. Ancak şunu itiraf etmek durumundayım; resimlere kullandığınız şiirlerinizin büyük bölümü bu kadar mı uygun olur, dedirtti bana. Ben de olsam kesinlikle bu şiirleri kullanırdım, dedim. Çok emek harcanmış. Bu farklı uğraş başka türlü aşılamazdı diye düşündüm. Değişik bir çalışmayla güzel bir etkinliğe imza atıyor olduğunuzu söyleyebilirim. Bilemiyorum ama belki de bir ilk. Geri bildirimlerinin olumlu olacağını düşünüyorum.”
Başkaları için bilemem ama bu benim için bir ilk olacaktı, oldu da. Kitap olacak kadar şiirlerin sayısı çok olsa da her şiir özerk değildi. Bir resmi yahut yontuyu şiire çevirdiğim için ancak onun yanında değerleniyor, onun yanında güzelleşiyordu. Bu durumda kendimi, ışık, gölge ve rengi sözcüğe çevirine biri olarak görebilirdim ya da dokuyu derinliği… Belki de hala öyle görmeliyim ama tek tek şiirleri okuduğumda, kendi başlarına da özerk olabileceklerini fark ediyorum şimdi… Artık şiirler bağıl güzellik değil de özerk güzellik gibi gelmeye başladı bana…
Sergi açıldığında Kartepe Güzel Sanatlar Lisesi öğrencileri geldi. Benim ve Hüseyin Hocanın arkadaşları geldi, belediye görevlileri geldi velhasıl ilk gün için oldukça ziyaretçi sergiyi gezdi. Kimileri kendi aralarında kimileri Hüseyin Hoca’ya ve kimileri de bana fikirlerini söylediler. Şiir severlerin gözü öncelikle şiire kayıyordu, sonra resim yahut heykele… Resim severler elbette daha çok resimle ilgilendiler. Hatta yanındaki şiiri bir fazlalık olarak görenler bile oldu. Bu yadırgamayı anlıyordum; alışık olmadıkları bir durumdu. Ben de yadırgamadım desem yalan olur… Ama öte yandan, bazıları resimlere baktılar, şiiri okudular ve daha derin duyum yaşadılar. İki ayrı sanatın bir aradalığından etkilendiler.
Ben de altmış yıllık ömrümde ilk kez böyle bir deneyim yaşadım. Bu serginin daha çok tartışılacak yanı olduğunu görüyorum. Tartışmaya ben de hevesliyim doğrusu… Ama iki ayrı güzelliğin birbiriyle bağlantılı olmasının yadırganacak bir yanı olmadığını anlıyorum. Böyle bir deneyim yaşamadan önce olsa fikirlerimin farklı olacağını söyleyebilirim. Yazılan şiirlerin bağıl güzellik oluşturacağı, hatta bağlandığı resimlerin yanında onun bütünlüğünü bozacağını düşünüyordum. Ancak sergiyi gezince ve gezenleri gözlemleyince, “bağıl güzellik” kavramının kurgusal bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Kavramların ve belirlemelerin yaşamla sınanmasının gereğini bir kez daha anlamış oldum. Sergi bitip de eve dönerken hala zihnimde, “Yaşa ki göresin!” seslenişi yankılanıyordu…