senin o uçsuz bucaksız yüzün vardı
çıkar gelirdi bütün el değmemiş çayırlardan
kalkan bir kuş sürüsü kadar gürültülü
kendinden korkarcasına kaçışların vardı
sesinde hüzün tüccarının beşinci kocasına bestelediği
son moda bir melankolik şehirli kız şarkısı
yarım bıraktığın kahve fincanları vardı sehpalarda
ürkünç yankılar yapan loş apartman girişleri
yoksun diye anlamsızlaşan eve dönüşler
benim ellerimde ikimiz için rengarenk yemişler vardı
yengeçleri iri bir sahilde göreceğimiz günbatımları
kasabanın antik tiyatrosunda tanımadığımız iyi oyuncular
iplik üzerine geçirilmiş sen kokulu beyaz yaseminler vardı
şeker verip gülerken göreceğimiz solgun yüzlü çocuklar
biz öpüşürken utancından yakamozlar altına sinmiş bir deniz
gelişlerim vardı yanına kollarımda sarışın papatyalarla
yokluğunda şiir okuyuşlarım kadın gözlü antiloplara
sincap yuvalarında tartışılan ölümcül hatalarımız
yeşil yapraklarda yaprak kadar yeşil bukalemunlar
çaresiz kesilmeyi bekleyen dilsiz ağaçlar
iki yüzük fırlatılıp atılınca iki köhne çekmeceye
orada yaban kekliklerinin inmediği boş sazlıklar kaldı
bir küfürsüz sitem duyuldu yaban sümbülleriyle kuşatılmış
arkasına üveyik yavruları kaldı söğütlerin gölgesinden korkan
büyülü deyip mantarlarını köylülerin toplamadıkları bir orman
orada şehvetle tokatladılar kalçalarını bir yağız ayrılığın
sevişmelerimiz kaldı yaşlı çınar kovuklarında
gül kurusu gibi okşandıkça dökülen bir aşk
ırmakta direndikçe batan bitmemiş bir şiir
bıçkın bakışlarıyla iki vaşak yavrusu
orada hırsını alamayan bir Tanrı
rezil rüsva olmuş bir kader
sonra ne sen
ne ben