“Sesim bir radyo spikerinin sesine benziyordu.”* Vurgular, tonlamalar olması gerektiği gibiydi. Kurallara uygun, doğru fakat duygudan yoksun... Rengi yoktu kelimelerin. Tek anlamlı, imgeden, çağrışımdan yoksun... Cümlelerin arkası kocaman, uçsuz bucaksız bir boşluktan ibaretti.
Yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı; acılarımı, sevinçlerimi anlatıyordum ama tek bir duygu kırıntısı bulaştırmadan. Sözcükler dökülürken dudaklarımdan, sabah güneşinin buğulu camdan fırsat bularak yansıdığını ve taş zemine düştüğünü fark ettim. Bu ışık demetinde uçuşan toz tanecikleri dikkatimi çekti. Bakışlarım arkadaki pencereye takıldı bu kez. Kar taneleri uçuşup duruyordu dışarda. Sert bozkır sabahının bir nisan gününde güneş ışıklarıyla pembeleşmiş kar taneleri iniyordu buzdan yeryüzüne. Uyuşmuş el ve ayak parmaklarıma bir sıcaklık yürümüştü, içimi ısıtmıştı bu görüntü.
Buraya getirilirken o kadar üşümüştüm ki bir müddet sonra hissedemez olmuştum uzuvlarımı. Hissizleşmiş ayaklarımla her basamağında takıldığım, bitmek bilmeyen merdivenleri tırmanmıştım. İki yanımda yüzlerini göremediğim görevliler... Tökezledikçe mekanik iki el kollarımdan tutup doğrultuyor, son anda beni düşmekten kurtarıyorlardı böylece.
Büyük bir kalabalığın uğultu içinde bekleştiği genişçe bir koridora gelmiştik. Beni gördüklerinde derin bir sessizlik oldu. Bu insan yığınının ortasında oluşan dar geçitten yürüdüm. Hayret, merak ve kınama dolu bakışları sırtımda hissediyordum. Tırnaklarını etime geçirmiş yırtıcı bakışları sırtlanıp iki kanatlı, büyük bir kapının önünde durdum. Kapının kanatları gürültülü bir gıcırdamayla iki yana açıldı. Girip girmeme konusunda tereddüt ederken demin kollarımdan tutan aynı mekanik eli sırtımda hissettim. Eller beni itince ancak adımımı içeriye atabildim.
Taş duvarlarla örülü geniş bir salondu burası. Herkes ayaktaydı. Baş tarafta yüksek, koyu kahverengi kürsüler, karşı tarafta korkuluklarla ayrılmış bir kalabalık vardı. Ortada mermer fıskiye ile küçük bir havuz... Fıskiyeden akan suyun şırıltısı boşlukta yankılanarak büyüyordu. Havuzun hemen arkasında iki basamaklı, korkulukla çevrili bir yükseltiye çıkarıldım.
Etrafımı seçemiyordum. Her şey bir sis perdesinin arkasında fulü bir görüntüye sahipti. Net olarak algılayabildiğim sadece ortadaki havuzdu. Böyle şaşkın şaşkın bulunduğum ortamı algılamaya çalışırken “Konuş !“ diye yüksek perdeden bir ses duyuldu.” Her şeyi anlat!”
İşte o an konuşmaya başlamıştım. Sesim bir radyo spikerinin sesine benziyordu*. Bedenimdeki bütün olumsuzluklara rağmen akıcı ve kesintisiz bir şekilde cümleler ağzımdan dökülüyordu. Neyi anlatıyordum, kime anlatıyordum belirsizdi. Renksiz ve hissizdi her şey. Ta ki sarı toz zerrelerini, pembe kar tanelerini görene dek.
Ben konuşunca havuz sustu. İçindeki su ise gittikçe yükseliyordu. Mermerin içi yavaş yavaş akan şırıltı ile doluyordu.
Neden sonra “Bu kadar yeter !“dedi, yine aynı emreden ses. Sustum. Bu kez havuz şırıldamaya başladı, küçük fıskiyeden dökülen sularla. Kulağımda su sesi, önümde uçuşan zerreler, karşı pencereden bakıp kaçan pembe çocuk yüzlü kar taneleri...
Bilmediğim bir yerde, işlemediğim bir cinayetin failiydim. Görmediğim yüzlerin, renklerini bilmediğim gözlerin atfettiği bir suça mahkum edilmiştim. Üşümüştüm, çok üşümüştüm. Hâlbuki bahar mevsimiydi, gökten perde perde inen pembe bir kar vardı.
“En büyük delil mahkumun elleri.” dedi yine o ses; büyük, yüksek koyu kahverengi kürsünün arkasından. Merakla ellerime, avuç içlerime baktım. Parmaklarımda mürekkep lekeleri ve kağıt kesikleri vardı. Kesikleri fark edince sızısını hissettim. Bilenler bilirdi ancak bu sızıyı. Papirüs rulolarını tasnif eden yazıcı kölelerden beri, kağıdı ve acısını en iyi mürekkep lekeleri ile barışık yaşayanlar bilir. İnce bir sızı bütün bedenimi sardı. Başımı kaldırınca yine pencereden yansıyan pembeliği ve uçuşan zerreleri gördüm. Yüksek kürsüdekiler güneşin bu güzel oyunlarını göremiyorlardı. Çünkü ışığa sırtlarını dönmüşlerdi. Önlerindeki gölgelere göre hüküm veriyorlardı. “Suçlu!” dedi, hükmünü gölgelere bakarak veren hakim. Ben, bundan sonra tamamen sustum. Havuzun sabrı taşmıştı. Bütün salonu ılık, yumuşak bir su kapladı. Suyun üzerinde ise pırıl pırıl pembe ışık oyunları...