Giriş
Kendimi bildim bileli
şiirle tanışığım. Bugüne kadar da hiç ayrı düşmedim. Kocaeli Üniversitesi Şiir
Etkinlikleri Birimi’nde çalışırken başlattığımız “şiir işlikleri,” şiir
üzerine yazılmış metinleri incelememizi gerektirdi. Ayrıca, Afşar Timuçin
hocamla uzun zamanlı bir estetik çalışmamız oldu. Neredeyse kişisel bir eğitim
aldım diyebilirim. 2006 yılında düzenlediğimiz I.Ulusal Şiir Kongresi, birçok şairin ve akademisyenin şiir üzerine
görüşlerini paylaştığı bir zemin olmuştu. Düzenleyicilerinden biri olarak bütün
oturumları takip ettim. Bu kongre bana “şiirin tanımlanması” gerektiği
konusunda bir uyarı olmuştu. Daha sonra
düşüncelerimi, çıkardığımız Akademi Gökyüzü
ve Aydilisanat dergilerinde makaleler
halinde yazdım. Başka dergilere de makaleler yazdım. Makaleler dışında “Şiirin
Doğası” adlı kitabımda şiir üzerine bütün birikimlerimi ortaya serdim. 2007
yılından başlayarak herkesin katılabildiği ve ücretsiz olarak düzenlediğimiz
şiir işliklerinde, “Estetik,” “Şiir Estetiği” ve “Dize Oluşturma Teknikleri” derslerini verdim. Bu dersler artık
çevrimiçi sürmektedir. Bu birikim, şiir inceleme konusunda kendimi yetkin
görmemi sağladı ve “bir fikrim var”, diyebilmekteyim.
Bir şiir incelemeye daha
önce kalkışmamıştım. Hangi şiiri seçmem gerektiğim konusunda da bir
alışkanlığım yok ama ben şiir denince ilk aklıma gelenlerden birini ele almak
istedim. Çocukluğumdan bu yana ezbere bildiğim “Cüneyd” şiirini seçmekte tereddüt etmedim. Bu seçimimin bir öznel,
bir de nesnel nedeni olduğunu söyleyebilirim. Asaf Halet Çelebi'nin çok özgün
bir şair olduğunu düşünmüşümdür hep… Hatta bir şair olarak hangi geleneğe
dayandığımı sorduklarında, Asaf Halet Çelebi yanıtlarımın arasında hep yer
almıştır. Onun şiiri, benim sevdiğim şiir türüne yakındır. Öte yandan, şairi
yaşamayan bir şiir seçmeliydim ki nesnel davranabileyim. Şiir, şairinden
bağımsız varlığını sürdürüyorsa bu değerlidir. Aslında Afşar Timuçin hocamın
bir şiirini seçmeyi de düşünmedim değil ama hem hocam olduğundan hem de henüz
hayatta olduğundan nesnel davranma konusunda sorunlar yaşayacağımı fark ettim.
Bunun gerekçelerini de açıklayacağım.
a)Özerk olmayan bir şey incelenemez
Bir şiirin şairini
tanıyorsanız, onunla olan ilişkiniz kaçınılmaz olarak şiirine yönelik
ölçülerinizi bozacaktır. Bu ilişkinin sonucun olumlu olmasıyla ilgili değil bu
kaygım, olumsuz olmasıyla da ilgili değil… Bazı şeyleri görmezden gelmek bile incelemenin
güvenilirliğini bozacaktır. Bunun nedeni; şiirin insanın iç sesi, hatta
neredeyse içi olmasıdır. İlk dönemlerinde şairlerin şiirini başkasına
göstermeme konusundaki çekinikliğini hatırlamak bu belirleme için yeterli
olacaktır. Öte yandan bir şiirin şairi olmadan var olması, özerk olması, şiirin
bir estetik nesne olduğu konusunda bizi inandıracak ölçülerden biridir.
Şairler, şiirlerinin tanınması veya övülmesi konusunda olmadık gayretler
gösterebilirler. Yahut başka hesaplar işin içine girer. Bu nedenle şiir
şairinden bağımsız olmadıkça sanat eseri olma konusunda şüpheli kalacaktır.
Şairi ölmüş bir şiir, kısa
bir dönem şairinin kişisel etkisi nedeniyle varlığını sürdürebilir. Ancak bu
genelde birkaç yılla sınırlı bir süreçtir… Eğer bir şiir, şairi öldükten sonra
da şairiyle ilgili olmayan yerlerde ve şairle bağı olmayan kimselerin dilinde
dolaşıyorsa, onda bir güzellik olsa gerekir. Bir dönem sayısız baskı yapmış
kitapların veya sayısız kere dillendirilmiş şiirlerin bir müddet sonra
unutulması bize bir şey fısıldıyor olmalıdır. Bir mekâna yahut zamana uyarlı
şiirle, mekânı yahut zamanı aşkın şiir arasında bir fark olsa gerekir. Bana
göre bu fark şiirin “güzel” olup
olmamasını belirleyen farktır, yani sanat eseri olup olmamasını belirleyen
farktır. Kimi zaman bir öğretinin şiiri, şairinden bağımsız olarak varlığını
sürdürür ama o öğretinin sahipleri arasında… Bu bir özerklik değildir çünkü
aynı öğretiye sahip insanların bilinç koşulları neredeyse aynıdır. Dolayısıyla
şairin bilinç koşulları o öğretinin sahiplerinde devam ettiği için, öğretinin
takipçileri şiirin sahibi gibi olurlar. Şairinden bağımsız yerlerde ve
zamanlarda derken özellikle vurgulamak istediğim sadece mekân değil; o şairin
ait olduğu düşünsel iklimin dışında da var olmasıdır.
Eğer bir şiir bağımsızsa,
şüphesiz ki onu incelemek daha kolay ve daha nesnel koşullarda gerçekleşir.
Salt nesnelliğin olamayacağını elbette hepimiz biliriz ancak yine de nesnelliğe
ne kadar yaklaşırsak incelememizin değeri de, sonucu da o kadar güvenilir olur.
Bu nedenle şiirin şairden bağımsızlığı elzemdir. Elbette sadece şiirin
bağımsızlığı, incelemenin nesnel olduğuna yönelir bir belirlemeyi sağlayamaz. Şiire
bir ölçüyle yaklaşmadıkça inceleme kişisel beğeniden öteye gidemeyecektir. Bu
aynı zamanda şiir tanımıyla da ilgilidir. Şiirin ne olduğunu tanımlamadan,
herhangi bir metnin şiir olduğu ve şiirin özelliklerini taşıdığına yönelik bir
ölçü oluşturulamaz. Daha önce oluşturulmuş bir ölçüyle yaklaşılsa bile, o
metinde şiir olarak neyin görüldüğünü belirlemek olanaklı olmayacaktır. Demek
ki şiir inceleyen, önce şiiri tanımlamak zorundadır.
b)Tanımlanmayan bir şey tanıtlanamaz
Ben şiiri; başka doğaların doğamızı etkilemesiyle
oluşan birikimlerin canlandırılması ve başka doğaların doğamızı etkileme
olasılıklarının keşfedilip diğer insanlara sezdirilmesine yönelik dilsel bir
tasarım olarak tanımlıyorum. Bu oldukça yoğun bir tanımdır ve açıklanması
gerekir. Elbette işlikteki derslerimde böyle bir tanım yapmıyorum, henüz şiire
başlamış insanlar için bu oldukça ürkütücü olurdu. Daha ziyade, “Şiir bir cümledir; dizeler orada sözcük,
sözcükler hecedir.” diye başlıyorum tanımlamaya… Aslında bu iki tanım
birbirinden çok da farklı değildir. Öncelikle ilk tanımı açıklamak isterim.
Başka doğaların doğamızı etkilemesiyle oluşan birikimlerin canlandırılması
dediğimde, bir sürece işaret etmiş oluyorum. İnsan her an algılarla kuşatılmış
durumda. Doğduğumuzda başlayıp ölene kadar süren sürekli bir algı bombardımanı
altındayız. Beş duyargacımız sürekli açık. Birine dikkat etsek diğer dördü
ortada kalıyor ve onlar bilincimizin koşullarına göre biçimlenmeden alt bilince
aktarılıyor. Belleğe eş zamanlı yerleşenlerden biri hatırlanınca diğerleri de hatırlanabiliyor.
Ses benzerlikleri de öyle… Öte yandan doğar doğmaz bu algılarla
karşılaştığımızdan, ilk işlenen bilgiler bize heyecan veriyor ama işlenmemiş
olanlar da orada duruyor. Böylece başka doğaların doğamızı etkileme birikimleri
devasa bir yığına dönüşüyor. Bunların canlandırılması, bir şeyi hatırlayınca
diğerlerini hatırlamaya yönelik amaçsız etkinliklerde de olabiliyor, alt
bilinçle bilinç arasındaki kanalları açmaya yönelik çabalarla da…
Böyle bir çaba aklın
yasalarından daha çok sezginin etkinliğiyle gerçekleştiği için belli bir yasası
oluşamıyor. Ama yine de başka zihinler, eğer dilin koşullarına çok aykırı
değilse bunu sezebiliyor. Diyelim ki biri kendinde başka doğaların yahut
varlığın bir durumunu keşfetti; bunu dilsel bir tasarım haline getirip başka
doğalara sezdirdiğinde biz buna şiir diyoruz. Sonuçta şiir bir tasarım ve
sunumdur. Bu yüzden cümleye benzer. Bir cümle gibi fikir taşır, bir cümle gibi
belli yapı taşlarına sahiptir. Bunun en önemlisi dizedir. Nasıl bir cümlede
sözcükler aslında birçok sözcükten oluşan birleşik sözdür; örneğin “Merdiven”; içinde “mer”,”er” “erdi”, ve “en”
özerk sözcüklerini taşıyor ama “merdiven” diye okunduğundan onlar anlamsal
değil de sessel olarak bu yeni sözcükte rol alıyorlarsa, dizeler de öyle…
Birçok sözcüğün bileşiminden oluşan dizeler yeni bir sözcük haline geliyor.
Yalın cümleler yalın fikirleri ifade ederler; oysa sezdirmek yalın bir uğraş
olamaz, karmaşık simgelerle yapılacak bir iştir. Bu yüzden şiir, birleşik cümleye
daha çok benzer. Dizelerden oluşan öbekler, alt cümleler gibidir ve sonunda
fikir bütünsellik içinde serimlenir. Bir cümlenin bitişini duyumsamamız gibi
şiirin de bitişini duyumsarız. Bütün bu toplam; içerik, ritim ve sesten oluşan
yoğun bir simgedir.
Şiiri diğer her şeyden
ayıransa bu sezdirme işidir. Eğer bir metin bildirme yapıyor, aklın yasalarına
göre bir fikri bize duyuruyorsa biz onu bilincimizin koşulları içinde işleriz
ve bu bizi çok özel bir durum yoksa heyecanlandırmaz. Zaten bildirme; doğrudan
bilincimize yöneliktir ve deneyimlerimizi canlandırmayı amaçlamaz. Oysa şiir bize
bir keşfi sezdirmektedir. Tıpkı ilk örneklerde olduğu gibi, yeni bir insan
yahut varlık durumuyla karşılaşmış buluruz kendimizi ve heyecanlanırız. Fikrin
tamamı bize sezgiyle duyurulamayacağı için algıladığımız simgeler, zihnimizde
düşlemler oluşturur ve sanki biz yaşıyormuşuz gibi içselleştiririz. Demek ki
şiir, bilinçle alt bilincin birleşimidir. Başka bir deyişle; akılla
akıldışılığın… Dolayısıyla her şiir tasarımı biriciktir, aynısı olamaz. O halde
şiir için bir ölçüt oluşturmak güçtür. Ancak bu olanaksızdır denemez. Asla salt
öznellik olamaz, dolayısıyla biriciklerin arasında da genel geçer ilkeler
olmalıdır. Bunu söylememin nedeni, şiir gibi “güzellik” duyumu veren şeylerin
her insanın gereksinimi olmasıdır. Dolayısıyla insan zihninin koşulları,
güzelliğin koşullarını da belirlemiş olmalıdır. Bu koşulların sanat
eserlerindeki izlerini araştıran bir bilim vardır. Estetik kendine tam da bunu
konu edinmiştir. Yaklaşık üç yüzyıllık bir geçmişe sahiptir ve belli bir
birikim oluşturmuştur. Bir kişi estetiğin bu birikiminden ne kadar pay alırsa
güzellik yargısı da o kadar gelişecektir. Bir şairimizin dediği gibi, bazı
şiirler ancak bazı yaşlarda anlaşılabilecektir.
Şiir incelemesi kolaylıkla
bir kişisel beğeni tartışmasına dönüşebilir. Bunun önüne geçmenin yolu,
estetiğin ilkeleriyle şiire yaklaşmak olacaktır. Ben de bunu deneyeceğim.
Estetiğin ilkeleriyle şiiri incelemeye, anlamaya ve değerlendirmeye
çalışacağım. Bunu daha önce iki Romen şairin karşılaştırmalı incelemesinde
yapmıştım. Şimdi de "Cüneyd" şiiri
için yapabilirim. Böylece bu inceleme; şiiri tanımladığım, şairinden bağımsız
bir şiir seçtiğim ve bir ölçüyle şiire yaklaşacağım için olabildiği kadar
nesnel olacaktır. En azından ben öyle ümit ediyorum.
c)Ölçüsü olmayan bir şey ölçülemez
Şiirin bize verdiği
güzellik duyumunun iki yönü vardır; ilki duyurduğu sezgisel içerik, ikincisi
bize duyurma biçimi… Eğer içeriğe uygun
bir biçim oluşmuşsa tüylerimizi diken diken edebilir ve biz o şiirde yeni bir
insan durumu yahut başka doğaların bizi etkilemesine yönelik yeni bir olasılığı
keşfederiz. Elbette daha çok yüksek sesle okunduğunda… Çünkü şiir gözümüzden
daha çok kulağımıza yönelik bir tasarımdır. Sadece dilden oluşmamıştır, ritim
ve seslerden de oluşmuş bir simgeler bütünüdür. Bir başka açıdan söylersek,
şiirde özel olarak düzenlenmiş bir zamansallık vardır. Şair belki bunu bilinçli
yapmaz ama kendisi de bir insan olarak zihnimizin doğasına uyacak biçimde,
içerik olarak veya biçimsel olarak bunu kurgular. Bu açıdan diyebilirim ki eğer bir metin
yüksek sesle okunabiliyor ve bizi heyecanlandırıyorsa şiirdir. Saz eşliğinde
söylendiğinde de şiirdir; duvara yazıldığında da…
Şiirin ölçüsünü
oluşturacak ilkeler bu tartışmadan türetilebilir. İlk olarak şiir, her sanat
eseri gibi bir fikri bize sezdiriyor olmalıdır. Şair, kendinde insan veya
varlığın durumlarını keşfettiğinde özgün bir içerik de keşfedilmiş olacaktır.
Bunu bize dil aracılığıyla duyurabilir. Dilin kendisi zaten bir yanıyla
bildirme, bir yanıyla sezdirmeden oluşan bir bütündür. Deyimler, seslenme biçimleri,
tamlamalar gibi sezdirme olanakları günlük dilde de kullanılır. Ancak bu
kullanma biçimleri zihnimize çok tanıdıktır ve bu yüzden tazeliği yoktur.
Söylendiğinde yeni bir içerik gibi değil de eski bir içeriğin tekrarı olarak
duyumsanır. Oysa güzelliğin heyecan yaratan yanı içerikte özgünlük ya da biçimde
tazeliktir; şiir için söylemde tazelik dersek belki daha doğru bir belirleme
yapmış oluruz. Şair dil aracılığıyla bize keşfini sezdirirken bizim bunu tıpkı
zihnimizin ilk keşifleri (ilk örnekler) gibi heyecanla karşılamamız için,
zihnimizin koşullarına göre düzenlenmiş olmalıdır. Zihnimizin doğası bir şeyi
bütünselliği içinde kavramaktadır. Yarım kalmış bir hikaye canımızı sıkar.
Tamamlanmamış bir binadan hoşlanmayız. Bu nedenle şair, duyurmak istediği
keşfini bütünsellik içinde sunmalıdır. Bunu ya içeriği düzenleyerek yapar yahut
biçimde bize tamamlanmışlık duygusu yaşatacak ses ya da ritimle kurgular.
O halde şiirde bütünsellik,
özgünlük ya da tazelik, dile uygun yeni bir söylem ve ritimden oluşan bir ölçü
oluşturulabilir. Eğer şiire bu ölçüyle yaklaşırsak, olabildiğince nesnel
yaklaşmış oluruz. Bu durumda bir metnin şiir olup olmadığı, şiirin
özelliklerini taşıyıp taşımadığı yahut şiirin bize neyi nasıl duyurduğunu
ortaya çıkarabiliriz. Bunu "Cüneyd"
şiirinde yapmaya çalışacağım. İşe şiiri yüksek sesle okumayla başlayacağım.
CÜNEYD
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görülmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi
altında
cüneyd yok oldu
Asaf Halet Çelebi
(Kaynak;
Asım Bezirci, Dünden Bugüne Türk Şiiri
Antolojisi, May Yayınları, 1968, s. 698)
d)Anlamı olmayan bir şey anlaşılamaz
Şiirin bize duyurduğu
sezgisel içeriğin bir anlamı olsa gerekir. Öyle olmazsa şiirin zihnimizde bir
karşılığı veya değeri olmazdı. Çünkü şiir bir yanıyla anlaşılmayı bekleyen
girift bir çokluk, öteki yanıyla da bizde tamamlanmayı bekleyen bir
eksikliktir. Zihnimizde bir karşılığı olmazsa ne söylenir ne de dinlenirdi.
Ancak bu anlam, bir felsefe metnindeki gibi apaçık ve aklın katı yasalarına bağlı
değildir. Kanıtlanamaz yahut çürütülemez. Bir makaledeki anlam gibi varlığın
bir durumunun apaçık görüntüsünü de içermez. Şiir bize iç içe geçmiş simgeler
halinde ulaşır ve zihnimizde tamamlanacak düşlemler sürecini başlatır. Böylece
şiirin sezdirmek istediği anlamı kendimizde keşfederiz. Bu keşif içseldir ve
bizde olur biter. Dolayısıyla deneyimlerimiz kadar kendimizden olur. Şiir bu
nedenle tüylerimizi diken diken edecek güce ulaşabilmektedir.
Şiirin bize duyurduğu
sezgisel içeriğin herkeste aynı düşlemler süreci başlattığını söyleyemeyiz.
Hatta aynı kişide başka zamanlarda başka süreçler başlatabileceği de çokça
deneyimlenmiş bir durumdur. Peki, bu neden böyle olmaktadır? Şiirin bize
duyurduğu sezgisel içerik, bizden onu fark etmemizi bekleyen bir çokluktur.
Dolayısıyla zihnimizin koşullarının bu çoklukla başlayan anlam için hazır
olması gerekir. Bu bir yanıyla deneyimle ilgilidir, bir yanıyla görüyle… Şiirde,
tasarlanmış olan ve bize sezdirilen anlamı görebilecek bir bilinç koşulu yoksa
bir farkındalık yaşanmayacaktır. Dolayısıyla şiire ilgisiz kalırız. Öte yandan
güzellik yargısı gelişmiş olan biri bu farkındalığı yaşasa bile deneyimleri bu
keşif için uyarlı değilse şiirde simgelenen düşlem başlayamaz ve süreç
tamamlanamaz. Demek ki hiçbir şiir, taşıdığı sezgisel anlamı herkeste aynı
biçimde düşlemlere dönüştüremez. Hatta bazen şiir, farklı yaşlarda farklı
düşlemlere neden olur. Ancak yine de şiir anlamsız değildir.
Bu tartışma ışığında "Cüneyd" şiirine yaklaşırsak; "Cüneyd" şiirinin bize
sezdirmek istediği anlamı fark edecek bir birikimde olmamız gerekir. Ayrıca
onun simgelerinin zihnimizde düşlemler oluşturmasını sağlayacak deneyimlere de
sahip olmalıyız. Her iki durumun birden görülmesi zordur, bu nedenle "Cüneyd" şiiri bazılarımızda
hiçbir etki yapmayacak, bazılarımızda derin sarsıntılar oluşturacaktır. Peki, "Cüneyd" şiirinin bize
duyurduğu sezgisel anlam nedir?
Şiir daha baştan, yani
ismi nedeniyle ya bir yabancılaşma yahut bir yakınlaşma oluşturacaktır. "Cüneyd" ismi çok bilinen bir
tasavvufçuyu çağrıştırır. Cüneyd Bağdadi…
9. Yüzyılda yaşamış olan bu tasavvufçuya göre, metafizik bize hiçbir şey
öğretemez. İnsan, deneyimleriyle şu sonuca varacaktır: Ben tamamlanmak isteyen
bir noksanım. Her deneyim bir eziyettir ve her eziyet tamamlanmak gereksiniminin
bir görünümüdür. Şiirin içeriğinin sezilmesi için herkesin bu veya bu göreye
bağlı daha çok bilgiye sahip olması gerekmez. Ancak şiirin ismini görünce ya
bir yakınlık ya bir yabancılık yaşanacaktır. Bu belirleme, bütün şiirler için
geçerlidir. Öte yandan dil, sadece iletişim yahut bir bildirme aracı değildir;
o aynı zamanda kullananların deneyimlerini sezdiren bir derinliğe sahiptir.
Denebilir ki kolektif bilinçaltı dil aracılığıyla yeni nesillere taşınır. Bu
açıdan bakıldığında, uzun süre İslam kültürünün birikimlerinin yaşandığı
Anadolu’da kullanılan Türkçe, özel bir çaba gösterilmemiş olsa bile tasavvuf
kültürünü sezdirecektir. Belki şiirin isminde değil ama bütününde bu daha da
anlam kazanacak bir birikimdir. Hatta tasavvufun bazı kavramları, kökenleri
Türkçe olmasa bile Türkçe’de kendine yer bulmuştur. Zahiri (görünüş) ve Batıni
(iç, hakikat, sır) bu türden iki sözcüktür.
Şiir Türkçe sözcüklerle
kurulmuştur. İlk öbek sanki bir belirleme yapmaktadır:
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
Bu belirleme tam da görünüş/hakikat
ikilemini çağrıştırır. Görünen asla
gerçek değildir. Bu, dilimizde “yalan dünya” belirlenimiyle çoktan yer etmiş
bir birikimdir. Ama burada bir de “başka
yerde olmak” işareti vardır. Görülüyor ama orada değil, gömülüyor ama onu
gömemiyorlar… Bunu ilk okuduğumda çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. O zamanlar
tasavvuf hakkında da bir bilgim yoktu doğrusu, gençtim ve önceliklerim çok
farklıydı. Çevremde de tasavvufla ilgilenen birileri yoktu. Buna rağmen yine de
heyecanlanmıştım. Şimdi okuduğumda daha derinden etkilendiğimi söyleyebilirim.
Artık "Cüneyd" hakkında ve
tasavvuf hakkında birikime sahibim. Dolayısıyla, İslam Felsefesi metinlerinde
anlatılanlardan daha farklı bir keşfi, yukarıdaki dizelerin başlattığı
düşlemlerle hissedebiliyorum. Belki daha sonra başka türden düşlemlerle başka
anlamlar keşfedeceğim, bunu bilmiyorum. Ancak şiir bir bileşik cümle; sadece
virgüle kadar okuyunca anlam ortaya çıkamıyorsa, şiir de tamamlanmadan içime
doğmuyor. İkinci öbekteki simge tasarımı görünüş/hakikat ikilemine görsel bir
boyut kazandırıyor:
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görülmeyeni
Bu öbeği okuduğumuzda
gözümüzün önüne bir cübbe gelir. Cübbe hem medrese hocalarını, hem
tasavvufçuları ve hem de bugün üniversite hocalarını simgelemektedir.
Dolayasıyla cübbe hakikat ve bilgelik örtüsüdür. Cüneyd cübbesini açtığında görülmeyeni görecektir. Peki, görülmeyen
nasıl görülür? Bu tam da sezdirilen ama bildirilmeyen bir içeriktir. Tasavvufun
şiirle içli dışlı olmasının nedeni de budur. 8.yüzyıldan başlayarak tasavvuf
şiiri başka İslam dillerinde olduğu gibi Türkçede de kök salmıştır. Tasavvuf
kültürü felsefeden çok şiire yakındır. Sezgileri önceleyen bu kültür için şiir
uygun bir olanaktır. Ancak "Cüneyd"
şiiri bunu da sorgular:
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
Bu öbek bir sorgudur; hem
de aklın yasalarına göre bir sorgudur. Şiir, gizemi ülküleştirmek yerine
sorgulamayı seçerek bir yabancılaşma yaşatır bize… Görünüşün dışında bir
gerçeklik var, bunu Cüneyd kendinde görüyor ama peki Cüneyd’e ne oluyor? Şiirin
bu öbeği okuyucuyu sarsan bir uğraktır ve can alıcıdır. Görünüşle hakikat,
gelip geçenle kalıcı olan, cahille bilge ikilemlerinde bir sona çağrıdır:
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi
altında
cüneyd yok oldu
Hazin bir sondur bu;
görünüşle hakikatin farkını bilen, hakikate yakın duran bilge, bilgeliği
altında yok olmuştur, üstelik herkes gibi…
Bütününü ele alırsak "Cüneyd" şiiri, bizim onda
sezmemizi, kendimizde bu anlamı keşfetmemizi bekleyen yoğun bir simgedir. Bu
simge bütününü sezmenin herkes için geçerli bir yolu olacağını sanmıyorum.
Ayrıca şiiri edebiyat öğretmenleri gibi açıklamaya çalışmanın da bir faydası
yoktur. Gösterdiğimiz çaba; "Cüneyd"
şiirinde bizim sezmemizi bekleyen içerik için gereken görü ve deneyimin
nerede aranması gerektiğine işaret etmektir, o kadar.
e)Tartılmayan bir şeyin değeri
anlaşılamaz
Şiirin bize sezdirmek
istediği anlam bizim zihnimizin sezme koşullarına bağlı olduğundan, anlam
üzerinden şiirin eleştirilmesi olası değildir. Eleştiri yapılacaksa ancak
biçimle ilgili yapılabilir. Ne de olsa şiir bir dil tasarımıdır. Hem dilin hem
de tasarımın doğasının genel geçer ilkelerine bağlıdır ve bu genel geçer
ilkeler anlama göre daha nesneldir. Bu yüzden şiiri eleştirmek için biçimle
ilgili bir ölçek oluşturmak gerekir. Bu ölçek şiirin değerini de ortaya
çıkaracaktır. Şiir önünde sonunda bir dilde yazılır. Dolayısıyla o dilin yasalarına
ters düşmemelidir. Bir dilin yasaları esnemez demek istemiyorum ama başka
zihinlerle ortaklığımız olan dilin temel yasalarına uymayan bir metin okuyucuda
kaçınılmaz olarak soru işareti doğuracaktır ve metin “akıllı akıldışılık” doğasını kaybedecek, büyüsünü yitirecektir. Aklı
iş başına çağıran bir metin şiirden çok makale olarak tanımlanır. Akılla
yaklaştığımızda bir metnin bize bildirdiğiyle ilgileniriz ve onun güzelliğinden
çok tutarlılığı ve doğruluğunu önemseriz. Oysa şiir sezdirmeyi önceler.
Dolayısıyla dilin yasalarıyla çatışmak yerine onun sınırlarını zorlar.
Yasalarını yok saymak ayrı bir şeydir, yasaları esnetmek ayrı bir şeydir. O
halde bir şiir, yazıldığı dilin yasalarıyla çelişiyorsa bu eleştiri konusu
olacaktır.
Bu açıdan "Cüneyd" şiirine
yaklaştığımızda, dilin yasalarına upuygun bir yapı olduğunu hemen görebiliriz.
Hatta neredeyse günlük dilin kalıpları kullanılmıştır.
sana bana olan
ona da oldu
Bu kalıbın kullanımına
günlük dilde herkes tanık olmuştur. Bütün bir şiir Türkçenin yasalarına
uygundur. Belki burada şiirde kullanılan dilin taze olmaması eleştirilebilir.
Bu eleştiri haklı bir gerekçeye dayanmaktadır; söz tazeyken güzeldir ve
yaşantımızdaki ilk örnekler gibi ilk karşılaştığımız söylem de bizi
heyecanlandıracaktır. Bu, şiirin özelliklerinden biridir; söylem tazedir.
Tazelik daha çok biçimle ilgilidir ve benzer içeriklerin taze bir söylemle
ortaya konması olarak belirlenebilir. Ne var ki "Cüneyd" şiirinde içerik özgündür. Dolayısıyla taze bir
söyleme gerek yoktur.
"Cüneyd"
Türkçe
yazılmış bir şiirdir ve “ses”
açısından Türkçenin olanaklarını kullanır. Türkçe, selenleri bol sesli bir
dildir ve her hecenin ortasında bulunan selenler şiirin armonisini oluşturur.
Selenleri, ses açısından iki kategoride toplamak olasıdır. Sert selenler (a,ı,o,u) ve yumuşak selen (e,i,ö,ü) şiirin armonisine farklı etkide
bulunurlar. Hatta bu etki öyle farklıdır ki bağlama düzeninde olduğu gibi
şiirin armonisi için de “a” karar yahut “e” karar şiir dense yeridir. Edilgen
içeriklerin “e” karar bir şiir oluşturacağı ortadadır, “a” karar şiirlerinse
daha baskın bir içerikle ilgili olacağı… Ancak bu iki farklı dizilim aynı
zamanda şiirdeki ritme de katkıda bulunacak, hatta yer yer içeriğin
karşıtlığını destekleyecektir. "Cüneyd"
şiirine bu açıdan yaklaştığımızda,
şiirin bir “a” karar şiir olduğunu görürüz:
a-a-a a-a
a-e-i ö-ü-e
e
a-a e-e-i
ö-e-e e-i
ö-e-i ö-e-e
e
a-a e-e-i
aü-e-i ü-e
e ö-ü-o-u
ö-ü-e-e-i
ü-e e-e-e
ü-e e o-u
a-a a-a
a-u
o-a a
o-u
e-i ü-e-i a-ı-a
ü-e o-
o-u
Bu selen dizilişi göz
önüne alınırsa şiirin armonisi “a” karardır, çünkü ilk dize “a” karardır.
Şiirde ses açısından tamamlanma duygusu oluşabilmesi için “a” karar bitmesi
gerekir ve şiir tam da öyle bitmiştir. Öbeklerdeki ses sıçramaları şiiri diri
tutan, onu monotonluktan kurtaran mimarisinin gereğidir çünkü "Cüneyd" şiiri oldukça yalın
bir dille, hatta diyebilirim ki konuşma diliyle yazılmıştır. Bu durum onun
kulaklara tanıdık gelmesini ve etki gücünü kırabilir, yer yer öyle de
olmaktadır. Ancak sert ve yumuşak selenler arasındaki geçiş, şiire bir dirilik
katmıştır. Hem ses asimetrikliği açısından hem de akış açısından… Eğer bir şiir
"a" karar başlayıp "e" karar biterse, içerik ne kadar özgün
olursa olsun, söylem ne kadar taze olursa olsun, sırf bu yüzden güzellik duyumu
vermeyebilir. Çağdaş şiirdeki dil işçiliği işte bu zemin üzerinde yapılır. Hatta
bazen her şey tamamken bile, art arda gelen iki dizenin sonundaki selen
“a”-“e”, “ı”-“i”, “o”-“ö” şeklinde dizilirse, şiirin güzelliği bozulmuş
olacaktır. Bu dilimizin doğasıyla ilgili bir sorundur, usta şairler bunu sezer.
Ancak nedenini çoğunlukla düşünmezler. Türkçe yazılan şiirlerde bu duyarlılık,
yeri geldiğinde içeriğin sezilmesinde belirleyici olmaktadır.
Ayrıca selenlerin
dizilişi, bize bazı tekrarların olduğunu gösterir. Bu tekrarlar şiirdeki ritim
için de, belleğimizin doğası için de gereklidir. Asaf Halet Çelebi, bu
gereksinimi biliyor yahut hissediyor olmalı ki çoğunlukla dize başlangıçlarında
“ü-e” dizilimini tercih etmiş. Tıpkı dize sonlarında “o-a” dizilimini yeğlediği
gibi… İçerikten bağımsız olarak hatta sözcüklerin imlediği gerçekliğin
deneyimlerimizdeki çağrışımlarından bağımsız olarak sadece bu ses dizilimi bile
bizim şiirdeki güzelliği hissetmemize olanak tanıyacaktır. Şiir kitabının
ismini “Om Mani Padme Hum” koyan biri
için bunun doğal olduğu söylenebilir. Ama bu kalıp Türkçe olmadığı için uzun
süre anlamsız bir ses dizisi olarak algılanmıştır. Oysa bu kalıp Hint inanışında
gözde bir söylemdir ve bir içeriğe sahiptir.
Her şiir, hem dil
örgüsüdür hem de güzelliğin ilkeleriyle ortaya konulmuş bir tasarımdır. Dil
açısından anlaşılınca şiirin güzelliği tam olarak ortaya serimlenemez yahut
şiir tam olarak eleştirilmiş olamaz. Şiir de her estetik nesne gibi estetiğin
ilkelerini içinde barındırıyor olmalıdır. Estetik, güzelin ne olup olmadığını
araştıran bir nitelik bilimi olarak ortaya çıktığından beri, bazı ilkelere
ulaşmıştır. Bu ilkelerin en önemlisi “bütünsellik”tir. Elbette nitelik araştırmaları
nicelik araştırmaları gibi kesin yasalara yönelik değildir ve matematik
kullanmaz. Dolayısıyla ilkeler, genel geçer yargılardan daha fazla bir anlam
taşımaz ama yine de yol göstericidir. Herhangi bir estetik nesne bizde güzellik
duyumu oluşturacaksa bizim onu sezmemizin koşullarına uyarlı olmalıdır.
Zihnimiz bir şeyi bütünsellik içinde kavradığı için güzel de bütünselliğiyle
kavranabilir. O halde her estetik nesne gibi güzel olan şiir de bu özelliğe
sahip olmalıdır diyebiliriz. Ama sadece diyebiliriz… Yine de bu ölçü, bir
şiirin değerlendirilmesinde kullanılabilir.
Bütünsellik açısından bir
şiir incelendiğinde, içerik ve biçim açısından iki ayrı özellik dikkat çeker; bize
sezdirilmek istenen anlamın bütünselliği ve sezdirme biçiminin bütünselliği…
İçeriksel bütünsellik, bize sezdirilmek istenen anlamın bütünselliği olarak da
görülebilir. Peki içeriğin bütünselliği nasıl oluşturulabilir? Her sanat eseri
kendi içinde bir küçük evrendir. Bu evren, merkezine izleyici yahut okuyucu
yerleşecek biçimde düzenlenir; buna merkezi özne diyebiliriz. Tıpkı filmlerdeki
“esas oğlan" yahut "esas kız” gibi… Şiirde de merkezi bir özne
oluşturulur ve geri kalan içerik ona göre düzenlenir. Okuyucu bu öznenin yerine
kendini koyduğunda, oluşturulmuş bütünselliği sezebilir ve Aristoteles’in
söylediği gibi bir arınma bile yaşayabilir.
"Cüneyd" şiiri
merkezi bir özneye sahip bir şiirdir; biz onu okurken Cüneyd’in yerine
kendimizi koyarız ve olanı biteni, düzenlenmiş değerleri kolaylıkla fark ederiz.
Onun cübbesi altındaki ölümü de dahil… Öte yandan anlam, uğraklardan oluşmuş
bir dizin halinde tasarlanmıştır. Özne bu uğraklarda değişir ve anlatı son
öbekle tamamlanmış olur. "Cüneyd"
şiirini okuduğumuzda bu uğrakları hemen fark ederiz. Özne, önce görünüş ve
hakikat ikileminde hakikati temsil eder. Sonra hakikati gören bir bilgeliğe
dönüşür ve sonra da bu bilgeliği altında yok olur. Bu tam da trajedinin
izlediği uğraklara denk düşer ve trajedi kahramanı gibi Cüneyd de herkes gibi
ölür. Ölüm en büyük tamamlanma duygusudur, dolayısıyla Cüneyd’in yerine kendini
koyan okuyucu içerik açısından tamamlanmış olur. Biçimsel açıdan da “a” kararla
başlayan şiir “a” karar bir dizeyle tamamlandığından sorun yoktur. Dolayısıyla "Cüneyd" şiiri bütünsel bir şiirdir denebilir.
Şiiri incelemek için bir
başka biçimsel ölçüyse ritimdir. Ritim, özel düzenlenmiş zamansallıktır. Her
şey gibi şiir de bir zaman/mekan bileşiğidir yahut biz onu zaman/mekan bileşiği
olarak algılarız. Şiirde zamansallık diğer sanat alanlarına göre daha
baskındır. Dolayısıyla ritim çok önemlidir. Hatta diyebiliriz ritim şiirin
iskeletidir. Biz onunla iç içe geçmiş simgeselliği sezebilir ve düşlemler yaşayabiliriz.
Şiirde ritim birçok yolla oluşturulmaktadır. İçerik olarak ritim; anlamın
uğraklarla serimlenmesiyle de gerçekleşebilir, karşıtlıklar halinde ortaya
konmasıyla da… Zamansallık duygusu orandan türediği için karşıtlıkların
asimetrik durumu bize devingenlik duyumu yaşatacaktır. Ancak öte yandan
içeriğin uğraklar halinde oluşturulması da devingenliği ortaya çıkarabilir.
Biçim açısından ritim daha
kolay görülebildiğinden daha kolay tasarlanabilir. Geleneksel şiirlerimiz katı
ölçülerle ritim oluşturacak kalıplar kurmuşlardır. Halk şiirinin çeşitli
ölçüleri, farklı içeriklerin ritmi için uygun olmuştur. Çağdaş şiir bu
kalıpları aşan çokluğa ulaşınca her şair bize sezdirmek istediği içeriğe uygun
bir kalıp kurmaya başlamıştır. Kimi zaman taklit edilen kalıplar olsa bile yine
de günümüz Türkçe şiirleri özgün kalıplara sahiptir. Bu kalıpların kurgusu, ses
dizimi bizde özel bir zamansallık duyumu oluşturur. Böylece içeriğin
zamansallığını sezmemiz olası olur. Ritmin biçimsel kurgusunda ses tekrarları
ve uyaklar önceliklidir. Ses tekrarları ya da uyakların yanı sıra, kimi zaman
dize tekrarları da zamansallığı duyumsamamız için kullanılmaktadır.
Ritim açısından "Cüneyd" şiirini
incelediğimizde hem içerik olarak hem da biçim olarak oldukça yetkindir
diyebiliriz. Asimetrik öbekler halinde yazılan şiirde monotonluk yoktur ve bu
asimetri bir süreci imler. Örneğin ilk öbek, tekrar duygusu veren altı dizeden
oluşmuştur:
bakanlar bana a-a-a
a-a (3-2)
gövdemi görürler a-e-i ö-ü-e (3-3)
ben başka yerdeyim e a-a
e-e-i (1-2-3)
gömenler beni ö-e-e e-i (3-2)
gövdemi gömerler ö-e-i ö-e-e (3-3)
ben başka yerdeyim e
a-a e-e-i (1-2-3)
(34)
Üç ve altıncı dize tıpa
tıp aynı ses dizilimiyle kurulmuştur ve selen sayıları da eşittir. Bu ikileme
zihnimizde art arda gelenleri imlemektedir. Böylece özel bir zaman kurgusunun
ilk adımı atılmış olur. Sonra bir üçlü daha gelir ama bu yukarıdakilerine göre
asimetriktir:
aç cübbeni cüneyd a ü-e-i
ü-e (1-3-2)
ne görüyorsun e
ö-ü-o-u (1-4)
görülmeyeni ö-ü-e-e-i (5)
(16)
Sonra üç öbek ama altı
dizeli bir bölüm gelir:
cüneyd nerede ü-e e-e-e (2-3)
cüneyd ne oldu ü-e e o-u (2-1-2)
sana bana olan a-a a-a
o-a (2-2-2)
ona da oldu o-a a o-u (2-1-2)
kendi cübbesi
altında e-i ü-e-i
a-ı-a (2-3-3)
cüneyd yok oldu ü-e o o-u (2-1-2)
(34)
Bu ses tasarımı bir
üçlemeden oluşur. İlk altı dizenin toplam selen sayısı 34’tür. Orta öbeğinki 16
ve üç öbekten oluşmuş son altı dizenin toplam selen sayısı da 34’tür. "Cüneyd" şiiri şaşırtıcı bir
simetri taşımaktadır. Ancak ortadaki öbeklerin toplam selen sayısının 17 değil
de 16 olması ilgi çekicidir. Bu bilinçli yapılmışsa harika bir ustalıktır çünkü
birinci bölümle son bölümün selen toplamı eşittir. Bu eşitliğin yarısı eğer
orta bölümde olsaydı bir monotonluk oluşacaktı ve böylece şiirdeki ritim
duygusu zayıflayacaktı.
Bu yapı içinde dikkate değer
bir şey daha göze çarpar; dizelerdeki selen sayılarının eşit olduğu dizelerin
tekrarı… Bir şeyi belleğimizde tutmamız için gerekli olan bu tekrarlar Asaf
Halet Çelebi tarafından özenle oluşturulmuş gibidir. Hatta selenlerin dizilimi
neredeyse aynı olan dizeler vardır. O halde diyebilirim ki "Cüneyd" şiirinde özel bir zamansallık vardır ve bu,
özenle tasarlanmıştır.
f)Yargılanmayan bir şey belirsiz kalır
Bütün bu tartışma ve
incelemeden sonra "Cüneyd" şiiri
için bir belirleme yapmak gerekir. Eğer böyle bir belirlenme yapılmazsa
inceleme metni eksik kalacaktır. Oysa zihnimiz bir şeyi bütünsellikle
kavramaktadır. Dolayısıyla bir yargı kaçınılmazdır. "Cüneyd" şiiri benim ölçülerime göre şiirin tanımının
gereklerine uygundur. Şiir; başka
doğaların doğamızı etkilemesiyle oluşan birikimlerin canlandırılması ve başka
doğaların doğamızı etkileme olasılıklarının keşfedilip diğer insanlara
sezdirilmesine yönelik dilsel bir tasarımdır. "Cüneyd" şiiri tam
da bu tanımdaki gibi; başka doğaların doğamızı etkilemesiyle oluşan birikimleri
canlandırmakta, başka doğaların doğamızı etkileme olasılıklarının keşfini
sezdirmektedir. Özellikle Cüneyd’in görünüşü ve hakikati bilen bilgenin bilgeliği
altında herkesle eşitlenip yok oluşu, beni derinden etkilemiştir.
Dilsel bir tasarım olarak
Türkçenin yasalarıyla çelişik değildir. Hatta neredeyse dupdurudur. Bu yanıyla
sanki söylem tazelikten uzaktır. Eksiklik bulunacaksa bu noktada bir
eksiklikten söz edilebilir. Ancak bu tam bir eksiklik değildir; eğer özgün bir
içeriği olmasaydı o zaman söylemin tazeliği daha elzem olacaktı. Bu durumda
tazeliğin eksikliği şiirin güzellik duyumu oluşturmasına engel değildir.
Denebilir ki şiir, bütün estetik ilkelerinden pay almıştır. Örneğin bütünseldir.
Hem bize sezdirmek istediği anlam bütünseldir hem de ses dizimi bütünsellik
içerir. Bu açıdan özel olarak ve özenle tasarlandığını söyleyebilirim. Ayrıca
bir özne sorunu yoktur. Şiirin bir cümle olduğunu, dizelerin orada sözcük,
sözcüklerin hece olduğunu belirlediğimizde aslında bir merkezi özneyi de
belirlemiş oluruz. Cüneyd şiirinde merkezi özne apaçıktır ve okuyucu onunla
kendini kolaylıkla özdeşleştirebilir. Trajedinin bütün uğraklarını barındıran
şiiri okuyan biri, trajediden beklenen arınmaya yakın bir arınma yaşayabilir.
Özel olarak düzenlenmiş
bir zamansallığa sahiptir. Bunun sayısal ayrıntılarını yukarıda açıkladım.
Dizelerin ölçüleri dikkatle oluşturulmuştur, bu yanıyla şiire bir hece
eklenemez veya çıkarılamaz. Tıpkı elementler gibi tam kararındadır ve
tanımlanabilir bir yapıdır. İçindeki zamansallık iç içe geçmiş simgeselliğin
sezilmesini kolaylaştırmaktadır. Bir şiirin güzel olması için bunlar yeterli
midir? Büyük ölçüde… Ancak birinin ona güzel demesi için şiirin içeriğine
uyarlı bir zihninin olması gerekir. Bu yanıyla bakıldığında dilimiz tasavvufun
simgelerini taşır. Dolayısıyla bu şiir her okuyucuya şu ya da bu biçimde
tanıdık gelecektir.
Peki benim incelemem
nesnel midir? Asaf Halet Çelebi’nin aramızda olmaması, benim şiire nesnel
bakmam için bir olanaktır ve öyle baktığımı umuyorum. Öte yandan
görünüş/hakikat gerilimine olan duyarlılığımın bir öznellik oluşturduğundan söz
edilebilir. Bu şiiri başkalarına göre daha çok sevmemi sağlayan belki de bu
duyarlılığım ve bu duyarlılığım nedeniyle elde ettiğim birikimdir. Eğer bir
sevmeden söz ediliyorsa şüphesiz ki öznellikten de söz ediliyordur. Ancak
buradaki öznellik şiiri incelemek için oluşturduğum ölçüt için geçerli
değildir; ölçtüğüm nesne karşısında yani şiir karşısındaki duruşumla ilgilidir.
Bu incelemenin öznel olup olmadığını; tasavvufla hiç ilgisi olmayan,
görünüş/hakikat ikilemini dert etmemiş biri tarafından benim kullandığım
ölçütle şiire yaklaşması belirleyecektir. Eğer şiire yönelik hiçbir özel bağı
olmayan biri de benim belirlemelerimi yaparsa bu, öznellikten uzak
durabildiğimi kanıtlar. Yapmazsa bile değerlendirmelerim değil ama ölçütlerimin
nesnel olduğuna yönelik kararım değişmez. Çünkü “bütünsellik” dediğimde bu
sadece bu şiir için uydurulmuş bir şey değildir; estetik çalışmalarında ortaya
çıkan bir belirlemedir. Benzer şekilde özgünlük de öyle, ritim de… Elbette diğerleri için de bunu
söyleyebilirim.
Bu incelemenin kime ne
yarar sağlayacağını bilmiyorum; ola ki şiir incelemek isteyenlere bir seçenek
olsun diye ortaya koydum. Ancak bildiğim bir şey var; ölçüsü olmayan terziye
elbise diktirilmez. Dolayısıyla bir şiir hakkında yargıda bulunacaksa, kim
yargı yapıyorsa şiiri tanımlaması istenmeli ve hangi ölçülerle eleştiri
yaptığını ortaya koyması beklenmelidir. Böylece o tanım ve ölçüler başkalarınca
da kullanılabilir, test edilebilir, tartışılabilir.
Öte yandan bu incelemenin
bana yararlı olduğunu söylemeliyim. Kendimi bildim bileli şiire yakınlık duymuş
biriyim ve birikimlerimin şiiri anlamada işe yarayıp yaramayacağını bu
çalışmayla görmüş oldum. Hegel’in “mutlak” fikri gibi ben de ne olup olmadığımı
görebilmek için kendimi serimlemek istedim ve ortaya bu metin çıktı. Bu metne
yabancılaştığımda, şiir hakkındaki bilgimi ve güzellik yargımı daha net
görebileceğim.