sevgi deniz sevgi deniz

Kırmızı Kirazlı Tokalar

Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu küçük köye, yıllar sonra kısa bir ziyaret için dönmüştüm.  Sabahın erken saatlerinden birinde yürüyüşe çıktım. Köyün, eteğine tutunduğu başı sarp kırmızı kayalarla kaplı dağın yamacına doğru tırmandım. Onu tam ortadan bölüp geçen kuşbakışı konuma sahip, çakıl döşeli yola zorlanarak da olsa ulaştım. Çocukluğumda ince ince patikaların birbirine karıştığı keçi yollarından oluşan bu güzergâh, artık ulaşımı sağlayan araba yoluna dönüştürülmüştü. Buradan bakınca küçük bir dereye sıkışmış özensiz teneke çatılı eski evleri, bu evleri çepeçevre kuşatan tatil sitelerini, masmavi dingin sularıyla sabahın mahmurluğunu kıpır kıpır titreşen esintilerle üzerinden atmaya çalışan gölü görebiliyordum. Aynı anda dar sokak başlarına, köy meydanına, içinden suların geçtiği bahçelere, badem ağaçlarının altına, akasya gölgelerine saklanmış çocukluğum çıkıverdi ortaya. Sabahın saydam aydınlığında renkleri atmış bir dolu hikâyeyi izleyebiliyordun.


Güneş ışıklarını karşılayacağım yöne doğru yol boyunca yürümeye başladım. Zaman geriye doğru akıyor gibiydi. Etraf iyice aydınlanmış karşı tepenin ufkunda güneş kendini göstermeye başlamıştı. Evler artık görünmüyordu. Yolun kıvrıldığı noktaya gelince karşıma köy mezarlığı çıktı. Bir zamanlar birkaç mezardan oluşan küçük alan büyümüş, çitlerle çevrilmiş ve bir kapı yapılmıştı. Ne ara bu kadar insan ölmüş ve buraya gömülmüştü, şaşırdım. Hüzünle karışık bir şaşkınlık içinde mezar taşlarını okumaya başladım. Taşları okudukça her bir isim, önce köydeki meskenleriyle, sonra ortak yaşantılarla beliriyordu bir bir. Fark ettim ki benden birer parça da gömülmüş onlarla birlikte. Ömrüm taşlardaki isimlere taksim edilmişti ve her tümsekte ayrı bir anı canlanıyordu. Bu kalabalıkta dedemin mezarını bulmakta zorlandım. Çocukken aralarında saklambaç oynadığımız mezarlar, bu kez bambaşka bir yüzle karşılamıştı beni. Güneş kuru yakıcı sıcağıyla iyice yükselmişti. Bir meşe gölgesine sığınıp çöktüm olduğum yere. Yaşantımın parça parça gömülü olduğunu şaşkınlıkla ve hüzünle izliyordum. Bir çalıkuşunun ötüşü sessizliği bozdu. Karşı düzlükte iki tavşan birbiri ardına koşup yeşil bir kümeye saklandı. Beyaz küçük bir kelebek, birkaç sarı çiçeğin üstünde döndü dolaştı, sonra bir besmeleden geriye kalan “b”nin noktasına kondu. Sakince akan zaman tek tek ölümün soğuk taşlarına dokundu. O sırada gölün serinliğini yüklenip gelen bir meltem, sararmış kuru otların arasında gezindi, taşlara hayatı fısıldadı bir bir ve aynı serinlikle yokuş aşağı bıraktı kendini. Beyaz renkli evlerin çatılarına, asma yapraklı çardaklara, sarı kayısı, kırmızı vişnelere değerek yaprakları hışırdatıp hayata dair ne varsa toplayıp yine mavi suların üzerine bıraktı.

Ben ise ardından bakakaldım rüzgârın serin esintinin ardından yine her şey dondu kaldı. Sadece hikâyeler hareket halindeydi tümseklerin üzerinde beliren ve o hikâyelerde benden parçalar... Sabahın erken saatindeki yürüyüş beklenmedik bir kesintiye uğramıştı. Yerimden kalktım, dedemin mezarına doğru yürüdüm. En küçük yaştaki anımın elinden tuttum. Sıkı sıkı yapıştı eteğime. Eve dönmek için çitin kapısını araladım. Adımımı atınca beni bırakıp kendi oyun alanına döndü. Simsiyah saçlarında dedemin aldığı kırmızı kirazlı tokalar vardı hâlâ. Bende ise ne zamandır kanıksadığım beyazlar. Sırtımı güneşe dönüp gerisin geri yürüdüm az önce geldiğim yolu. Önümde uzayan gölgemin ardı sıra. Hadi, dedim ona, düş önüme, kalan hikâyelerden payımıza ne kaldıysa toplamaya…

devamını oku