“Kapıdan çıkmak üzereyken
arkasında birisinin varlığını duyumsayıp yana doğru çekildi.” Fakat
kimsecikler yoktu. Son zamanlarda evin içinde de benzer hislere kaplıyordu.
Birinin seslendiğini veya antrede yürüdüğünü sandığı zamanlar da oluyordu.
Bazen mutfaktan gelen tabak çanak sesleri ile uyandığı, bir an için karısının
yaşadığı hissine kapılıp mutlu olduğu sabahlar bile oluyordu. Uzun süren
yalnızlığının sonucunda koca bir hayatı biriktirdiği evin duvarları bile
zamanla ona fısıldar olmuştu.
Bazen kendini her zaman
çayını içtiği fincanla konuşurken ya da eski fotoğrafların hikâyelerini
karşısındaki koltuğa anlatırken bulurdu. Bütün bir kış hastalıkla cebelleştiği
ve her gün bir adım ölüme yaklaştığı bu ev, inadına parça parça canlanıyordu.
O, sokağa çıkmadıkça canlanan anılar, evin içinde birikiyor enerjisini atamamış
yaramaz çocuklar gibi koşturup duruyorlardı.
Bir daha baharı
göremeyeceğine kanaat getirdiği sancılı bir gecenin sonunda gün ağarırken ağrıları
dinmiş, ev sessizliğe bürünmüştü. Kuş
cıvıltıları duydu önce. Ne zamandır duyumsadığı onca garip yanılsamalı
seslerden sonra ruhunun karanlık köşelerinden değil de dışarıdan gelen bu sese
kulak kesildi. Yatağından yavaşça doğruldu. Başucunda bulunan, annesinin yıllar önce ördüğü, rengi atmış
hırkaya uzandı. Kimsesizliğini teselli eden hırkayı usulca sırtına geçirdi.
Hırka, omuzlarını anne eli gibi sıvazlarken o da avuçlarını göğsündeki
nakışlarda gezdirdi. Terliklerini ayakları ile yoklayıp buldu, giydi. Mutfağın
bahçeye açılan kapısına varmıştı bile. İşte tam o noktada birinin varlığını
hissedip çekilmişti istemsiz olarak.
Kapıyı açtı aylardır
çıkmadığı bahçeye inen merdivenleri adımladı bir bir. Nasıl da yeşermişti
ağaçlar, erikler çiçek bile açmıştı. Taze çimenlerin kokusunu içine çekti. O
ölüyorken yıllarca özenle baktığı, yetiştirdiği bahçe yeniden hayat buluyordu.
Kış boyu karla, yağmurla kabaran bağrı yumuşamış toprağa basınca ürperdi.
Bahçedeki börtü böceğe hayat sunan toprak ona ölüm vadediyordu. Bir an gözleri
karardı ve eşiyle boyadıkları banka oturdu.
Güneş sırtını ısıtırken
gevşedi, derin bir nefes aldı. Neşeli kuş cıvıltıları sıcacık güneş, uzun bir
yaz mevsimine hazırlanma telaşı içindeki ağaçlar, çiçekler, taze kokular...
Ucundan birkaç saatini yakaladığı bu bahar belli ki onun “son” baharı olacaktı.
Bunu bütün benliğinde hissetti. Aylardır
verdiği ölüm-kalım mücadelesinden yenik düştüğünü kabullenince gözlerinden
yaşlar dökülmeye başladı. İçini çeke çeke ağlıyordu. Ağladıkça rahatladı.
Hayatın aslında onu nasıl da
yavaş yavaş uğurladığını, aralarındaki bağları tek tek kopardığını düşündü.
Kıyıya bağlı bir sandal gibi halatları çözülmüş, geriye demir almak kalmıştı.
Bu arada kıyıdan bir hayli uzaklaşmış fakat ardına hiç bakmadığı için bunu fark
edememişti.
Kendisinden sonra onu
hafızalarında yaşatacak evlatları da olmamıştı. Hatıraları da onunla birlikte
ölecek, kapısını açtığı anahtar, her gün mama verdiği sokak kedileri, en
sevdiği ayakkabıları ve annesinin hırkası ardında bıraktığı yetimleri olacaktı.
Oturduğu yerden güneşi
teninde hissederek çiçeklerin kokusunu içine çekti, ona son baharı vereni
selamlar gibi gökyüzüne kaldırdı başını. Bütün mevsimi solumak ister gibi derin
bir nefes aldı ve başı arkaya düştü. Gözleri açık, göğün mavisiyle dopdolu,
dudaklarında yarım bir tebessümle olduğu yerde kalakaldı.