şule yusuf şule yusuf

gülü(ver) seyahatler

Mutlu yazılar yazmak istiyorum; mutlu ve umutlu olanlardan. Eminim yazanların birçoğu bahara, sevgiye niyetle oturuyorlar masalarına. Sonra ne oluyor da o mutlulukla başlayan yazılar acılılara dönüşüyor, sanat acıdan mı besleniyor? Yaşanamamışlıklar, kırılmalar, yüzleşememişlikler, ler, ler…

Belki bu yüzden kalktım, taa buralara  “Mutlu İnsanlar Ülkesine” geldim . Telaşsız, anı yaşayan, sakin insanların diyarına... Hep kendimle karşılaşmaktan korkarak. Neredeyse on gündür içimdeki mutsuz beni görmedim. Bir on beş gün geçse oh, diyeceğim, o benimle gelmemiş. Hiç olur mu, dün karşılaştık kendisiyle. Beni mutsuz etmek için kar toplamış hava gibi beklemiş.

Kendine acımakla başlarmış yıkımlar. Kendime acımıyorum, ona çok acımasız davranıyorum. Yüzsüz bir sarmaşık dalıyım, düşüp düşüp kalkıyorum. Görünmez tırnaklarla düz duvarlara tırmanıyorum.  Keşanlı Ali Destanı’nda geçer ya: Şamama kim, sen kimsün? Herkes haddinü bilsün! Hadsiz bir ruhum var. Her şeyi yapabileceğine inandırılmış. Yeni yeni ona az yap, mutlu olacağın işler yap, ekolünü öğretiyorum. Nafile,  Alman mürebbiyelerle yetişmiş bir “ Madam Rötenmayer” kendisi. Arada bir Protestan ruhum devrime kalkışıyor. İçimde “Martin Luterler” boy gösteriyor. Sonra taa Amerika’ya sürülüyorum “ Amişler” gibi. Sürgünler edebiyatın besin kaynağı.

 “Efendim, siz yazılarınızda nelerden beslenirsiniz? Neler size yazdırır?”  

“Ben sürgün bir ruhun, sürgün bir kızıyım. Göçebelik ruhumda var. Ama bu öyle bir göçebelik ki gittiğim yere kök salıyorum, ha bire kendi tohumlarımı ekiyorum. Be mübarek, burası Sibirya burası Afrika burası Amerika senin tohumun burada yetişmez, diyorum. Sonra Adem’ in çocukları sesleniyor içimde Kabil bile, hatta en çok o. ‘Her insan aynı mayanın ekmeği, her insan aynı mayanın ekmeği, her insan maya…ekmek… ‘

Ekmek mi yapsam acaba? Bu devasa fırın adeta her an bana “Gel ekmek yapalım!” diyor. Yapmayacağım. En azından bir süre.  Sonra çamaşır makinası yarı açık ağzıyla kendini hatırlatıyor. Hava her gün 32 derece yıka, yıka, yıka çamaşırlar bitmiyor… Mutfak tezgâhı yediği suları hazmedememiş şişmiş, ha yıkıldım ha yıkılacağım, diyor. Kafka’nın dönüşümünü birazdan tipik bir Anadolu kadınına dönüşerek tamamlayacağımı bilmek ve buna direnmek güçlüğü. Eve her gün gelen kızın temizliğinin üstünden her defasında tekrar geçme arzusu. Nedir bu kırklama dürtüsü? Sussss! Sustu işte. Ben yazı yazacağım, yeni bir dil öğreneceğim, yine kültürler arası mübadeleler yazacağım içimde.

Koca evde yalnız kaldım. Sadece evde değil hem adeta bilmediğim bu ülkede yalnız kaldım. Bir kedim var Allah’tan. O da tam emperyal yani. Kedi deyip geçmemeli: Halis muhlis bir British. Birleşik Krallık’tan ataları. Hasbelkader Kadıköy bebesi. Bir yılını doldurduğu günlerde çiplenerek uluslararası yolculuk yaptı, bir zamanlar atalarının sömürdüğü topraklara. Ondan mıdır nedir her köşeye o geçmek bilmez, burun kemiklerimi sızlatan kokusunu bırakıyor. Buralar benim, diyor kereta. Emperyal sömürgeci ruhu depreşti. Siyahi Beki’nin iş yaptığı odalarda bir köşeden kızcağızı izliyor, adeta kontrol ediyor. Aklıma çocukken annelerimizin izlediği köle konulu Brezilya dizileri geliyor ( Pek tabii Köle İsaura). Bir kedi bile soyuna çekiyor soygunculukta. Hay Allah! Nerden nereye.

 İnternet hak getire gelip gidiyor. Güya ben online kurslara, yüz yüze eğitimlere başlayacağım.  Yazayım dedim, bilgisayarın fiş girişi uymuyor. Taa kaç basamak in aşağıya, uyumlu kabloyu al gel, hadi mis gibi demlediğin bergomotlu çayını da- in çık yapma- termosa al, derken yavaştan yavaşlama hızımı fark edip gülümsüyorum. Bir koca gün Beki ( yeni kızım) sadece bir balkon siliyor, anlayın diye diyorum hız kavramını. Yavaşlık mutluluk getiriyor, diye tezler dönüyor ortalıkta. Sonra cam bardağa-bardak cam yalnız es geçmeyelim- termostan doldurduğum çayı yudumluyorum. İçimden termosa da,  sallama çaylara da sallıyorum. Çay önemli mevzu, diyorum. Çay, çok önemli mevzu. Çayın kesmediği bir gün yaşıyorum. Aşağı inersem biliyorum o ekmek yapılacak. İneyim de şu emperyal kedinin kokuladığı perdeler yıkanmıştır, asayım bari.

Yıllarca hizmetinde çalıştıkları insanların sofralarına oturmamış, yerde yatmış ve “madam” demeye devam etmişler buralarda. İkinci gününde madamı atıp ismimle hitap etti, bizimki.  Oh, dedim. Üçüncü gün çay saati yaptık, oturmamak için ne diretti. Sonra yavaştan aldı, konuştu, mağazaları yazdı Google’a, gösterdi nerelerden alış veriş yapacağımızı. Okyanusa nasıl gideriz, anlattı. Dördüncü gün onun da “Mom”ı oldum ya başka ne isterim. Bendeki bu insan sevgisi çay demlesem de demlensem de geçmiyor. Ağzıma etseler de sırtımdan vursalar da “Beşerdir, ne ederse kuantuma yenilir,” diyorum hafifçe gülümseyip attığım bumerangların dönüşünü seyrediyorum. Hayat, seni de seviyorum.

Yok, valla ekmek yapmadım. Aaa, lütfen! Yapmayacağım dedim ya… Onlar mı ne? Pizza, ekmek sayılmaz, canım…

devamını oku