Mutlu yazılar yazmak istiyorum; mutlu ve umutlu
olanlardan. Eminim yazanların birçoğu bahara, sevgiye niyetle oturuyorlar masalarına.
Sonra ne oluyor da o mutlulukla başlayan yazılar acılılara dönüşüyor, sanat
acıdan mı besleniyor? Yaşanamamışlıklar, kırılmalar, yüzleşememişlikler, ler,
ler…
Belki bu yüzden kalktım, taa buralara “Mutlu İnsanlar Ülkesine” geldim . Telaşsız,
anı yaşayan, sakin insanların diyarına... Hep kendimle karşılaşmaktan korkarak.
Neredeyse on gündür içimdeki mutsuz beni görmedim. Bir on beş gün geçse oh,
diyeceğim, o benimle gelmemiş. Hiç olur mu, dün karşılaştık kendisiyle. Beni
mutsuz etmek için kar toplamış hava gibi beklemiş.
Kendine acımakla başlarmış yıkımlar. Kendime acımıyorum,
ona çok acımasız davranıyorum. Yüzsüz bir sarmaşık dalıyım, düşüp düşüp
kalkıyorum. Görünmez tırnaklarla düz duvarlara tırmanıyorum. Keşanlı Ali Destanı’nda geçer ya: Şamama kim,
sen kimsün? Herkes haddinü bilsün! Hadsiz bir ruhum var. Her şeyi
yapabileceğine inandırılmış. Yeni yeni ona az yap, mutlu olacağın işler yap,
ekolünü öğretiyorum. Nafile, Alman mürebbiyelerle
yetişmiş bir “ Madam Rötenmayer” kendisi. Arada bir Protestan ruhum devrime
kalkışıyor. İçimde “Martin Luterler” boy gösteriyor. Sonra taa Amerika’ya sürülüyorum
“ Amişler” gibi. Sürgünler edebiyatın besin kaynağı.
“Efendim, siz
yazılarınızda nelerden beslenirsiniz? Neler size yazdırır?”
“Ben sürgün bir ruhun, sürgün bir kızıyım. Göçebelik
ruhumda var. Ama bu öyle bir göçebelik ki gittiğim yere kök salıyorum, ha bire
kendi tohumlarımı ekiyorum. Be mübarek, burası Sibirya burası Afrika burası
Amerika senin tohumun burada yetişmez, diyorum. Sonra Adem’ in çocukları sesleniyor
içimde Kabil bile, hatta en çok o. ‘Her insan aynı mayanın ekmeği, her insan
aynı mayanın ekmeği, her insan maya…ekmek… ‘
Ekmek mi yapsam acaba? Bu devasa fırın adeta her an bana “Gel
ekmek yapalım!” diyor. Yapmayacağım. En azından bir süre. Sonra çamaşır makinası yarı açık ağzıyla
kendini hatırlatıyor. Hava her gün 32 derece yıka, yıka, yıka çamaşırlar
bitmiyor… Mutfak tezgâhı yediği suları hazmedememiş şişmiş, ha yıkıldım ha
yıkılacağım, diyor. Kafka’nın dönüşümünü birazdan tipik bir Anadolu kadınına
dönüşerek tamamlayacağımı bilmek ve buna direnmek güçlüğü. Eve her gün gelen
kızın temizliğinin üstünden her defasında tekrar geçme arzusu. Nedir bu
kırklama dürtüsü? Sussss! Sustu işte. Ben yazı yazacağım, yeni bir dil
öğreneceğim, yine kültürler arası mübadeleler yazacağım içimde.
Koca evde yalnız kaldım. Sadece evde değil hem adeta
bilmediğim bu ülkede yalnız kaldım. Bir kedim var Allah’tan. O da tam emperyal
yani. Kedi deyip geçmemeli: Halis muhlis bir British. Birleşik Krallık’tan ataları.
Hasbelkader Kadıköy bebesi. Bir yılını doldurduğu günlerde çiplenerek uluslararası
yolculuk yaptı, bir zamanlar atalarının sömürdüğü topraklara. Ondan mıdır nedir
her köşeye o geçmek bilmez, burun kemiklerimi sızlatan kokusunu bırakıyor.
Buralar benim, diyor kereta. Emperyal sömürgeci ruhu depreşti. Siyahi Beki’nin
iş yaptığı odalarda bir köşeden kızcağızı izliyor, adeta kontrol ediyor. Aklıma
çocukken annelerimizin izlediği köle konulu Brezilya dizileri geliyor ( Pek
tabii Köle İsaura). Bir kedi bile soyuna çekiyor soygunculukta. Hay Allah! Nerden
nereye.
İnternet hak
getire gelip gidiyor. Güya ben online kurslara, yüz yüze eğitimlere
başlayacağım. Yazayım dedim, bilgisayarın
fiş girişi uymuyor. Taa kaç basamak in aşağıya, uyumlu kabloyu al gel, hadi mis
gibi demlediğin bergomotlu çayını da- in çık yapma- termosa al, derken yavaştan
yavaşlama hızımı fark edip gülümsüyorum. Bir koca gün Beki ( yeni kızım) sadece
bir balkon siliyor, anlayın diye diyorum hız kavramını. Yavaşlık mutluluk
getiriyor, diye tezler dönüyor ortalıkta. Sonra cam bardağa-bardak cam yalnız
es geçmeyelim- termostan doldurduğum çayı yudumluyorum. İçimden termosa da, sallama çaylara da sallıyorum. Çay önemli mevzu,
diyorum. Çay, çok önemli mevzu. Çayın kesmediği bir gün yaşıyorum. Aşağı
inersem biliyorum o ekmek yapılacak. İneyim de şu emperyal kedinin kokuladığı
perdeler yıkanmıştır, asayım bari.
Yıllarca hizmetinde çalıştıkları insanların sofralarına
oturmamış, yerde yatmış ve “madam” demeye devam etmişler buralarda. İkinci
gününde madamı atıp ismimle hitap etti, bizimki. Oh, dedim. Üçüncü gün çay saati yaptık,
oturmamak için ne diretti. Sonra yavaştan aldı, konuştu, mağazaları yazdı
Google’a, gösterdi nerelerden alış veriş yapacağımızı. Okyanusa nasıl gideriz,
anlattı. Dördüncü gün onun da “Mom”ı oldum ya başka ne isterim. Bendeki bu
insan sevgisi çay demlesem de demlensem de geçmiyor. Ağzıma etseler de
sırtımdan vursalar da “Beşerdir, ne ederse kuantuma yenilir,” diyorum hafifçe
gülümseyip attığım bumerangların dönüşünü seyrediyorum. Hayat, seni de
seviyorum.
Yok, valla ekmek yapmadım. Aaa, lütfen! Yapmayacağım
dedim ya… Onlar mı ne? Pizza, ekmek sayılmaz, canım…