“Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel
Yüreğim dolu yâre, beri gel oğlan beri gel”
Bitlis’e yaklaştıkça dilime bu türküyü doladım.
Otobüsün içinde kıpır kıpır yerimde duramadığımı gören tatlı sert rehberimiz,
“Aslı Hanım, sesiniz çok güzel ama artık ben söz alabilir miyim?” diyerek
turdakilere yaptığım eziyete son vermem gerektiğini hatırlatıyor. Tabii bendeniz uslu uslu onu dinliyorum -çok
da kibar- önce bana teşekkür ederek Beş Minarenin efsanesini anlatmaya
başlıyor.
Hazır mısınız? Duyamadım… Evet, evet hazırsınız.
Rus İşgali
sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra
savaş esnasında Bitlis’ten kaçan bir baba oğul, Bitlis’e dönmek üzere yola çıkar. Şehre hâkim konumdaki Dideban Dağı eteğine
varırlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre
gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle
seslenir: ''Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare
ayakta kalmış!'' bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakar:
Bitlis’te beş
minare,
beri gel oğlan
beri gel
Yüreğim dolu yâre,
beri gel oğlan
beri gel.
Bitlis’in
Birinci Dünya Savaşından önce nüfusu 30000´dır. Lakin savaş çıkınca halk göç
eder ve nüfus 3000´e kadar düşer.
Bu hüzünlü ve
ilginç hikâyeyi dinledikten sonra rehberimiz otobüsü yolun kenarında bir yere
park ettiriyor. Hepimiz otobüsten inerek fotoğraf çekme yarışına giriyoruz.
Bitlis’in sokakları çok dar. Otobüs giremiyor. Beş Minareden de sadece bir
tanesinin şu anda sağlam olduğunu öğreniyorum. Tabii bu muhteşem manzarayı
kaçırır mıyım? J
Ardından
tekrar otobüslere biniyoruz. Yolumuz Bitlis’in bana göre haklı gururu Nemrut
Krater Gölü. Bunun için daha küçük minibüslere binmemiz gerektiğini söylüyor
tatlı dilli rehberimiz. Tabii dile kolay
deniz seviyesinden 2.400 metre yüksekliğe tırmanmaya başlıyoruz. Gerçekten de
bazı yerlerde dik yokuşlar olduğundan otobüsün dağa tırmanamayacağına kanaat
getiriyorum. Yol boyunca gördüğüm yerler
aklımı başımdan alıyor. Sonunda indiğimizde “Biz Avrupa turuna mı çıktık?” diye
soruyorum, etrafı yemyeşil ağaçlarla kaplı kocaman bir krater gölünü görünce. Buranın
en güzel tarafının henüz manzarayı bozan binaların buraya gelmemiş olması diye
geçiriyorum içimden.
Turdakilerle
birlikte gölü tepeden izliyoruz. Tek katlı ahşap bir kulübeden elinde çaylarla
birlikte bir adam, “Hoş gelmişseniz” diyor. Aklıma, yola çıkmadan önce aldığım
tuzlu tatlı karışımı kuru pastalar geliyor. Koşa koşa otobüse gidip kutuyu
getiriyorum. Oda nesi? Turdaki Zeynep
Hanım benden önce davranarak elleriyle yaptığı poğaçaları dağıtmasın mı? Bana
doğru dönerek:
“Aslıcığım, geç kaldın. Ama senin
getirdiklerini de yiyebiliriz. Çünkü şu an hepimiz kurt gibi açız, ”diyerek, benim kutumdakileri de paylaştırmaya başlıyor.
Neşe içinde çayın yanında ikramlıklarımızı yerken bir taraftan da bu muhteşem
havayı içimize doya doya çekiyoruz. Oturduğumuz tepeden karşıya baktığımda
gölün bir ucunda bir karavan ve gölde yüzen insanlar görüyorum. Rehberimiz, turistlerin
buraya gelerek konakladıklarını sonrada karavanlarıyla buradan ayrıldıklarını
söylüyor. Yeşil ile mavinin iç içe geçtiği bu gölün havası, manzarası beni
derinden etkiliyor.
Nemrut Krater
Gölünden sonraki durağımız baston işçiliğiyle ünlü Ahlat ilçesi oluyor. Ahlat
demişken buranın da adını nereden aldığına ilişkin efsane şöyle:
Efendim, bilindiği
üzere Doğu Anadolu Bölgesinde hüküm sürmüş olan Urartu Kralı Lat, Medlerin
saldırısına dayanamayınca savaşta ağır yaralar alır. Ülkelerini kaybetme tehlikesiyle
karşılaşan kralın kızı hem babasına hem de ülkesine üzüntüsünden gözyaşları
dökmektedir. Kızın arada “Ah! Lat!”, Ah! Lat!” diye yükselen feryatları Medlerin
şehirlerinin düşmesine kadar devam eder. O “Ah! Lat!” serzenişleri zamanla bu
bereketli şehre adını verir böylece.
Ahlat
gezimize ünlü Selçuklu mezarlarıyla başlayacakken 1071 Malazgirt Kutlamaları
sebebiyle şehirde bulunan Cumhurbaşkanımızın güvenliği sebebiyle programımız
iptal oluyor. Tatlı rehberimizin iki kere geniş polis ordusunu ikna etme çabası
başarısızlıkla sonuçlanınca ancak otobüsün içinden mezarlığın fotoğraflarını
çekebiliyoruz. “Selçuklu Baston” isminde küçük bir baston atölyesine uğruyoruz
sonra. Atölyedeki bastonlar gerçekten görülmeye değer. Muhteşem bir el işçiliği
sağlamlık ve geleneksel bir törenle bir araya geliyor. Ustamızdan gerekli
bilgileri aldıktan sonra Tatvan’a doğru yola çıkıyoruz. Bu arada yol boyunca
kutlamalar için kurulan alanı da uzaktan görebilme şansımız oluyor. Tatvan yolu
boyunca da ara ara Van Gölü bizimle saklambaç oyunu oynuyor. Bir görünüp “Cö”
diyor. Ona hayran hayran seyre dalmışken aniden dağlarla izini
kaybettiriveriyor. Ama o ortadan kaybolunca bu sefer de karpuz tarlaları ile
ceviz ağaçlarının birdirbir oyunlarına şahitlik ediyoruz.
Etrafı
dağlarla çevrili Tatvan ilçesine varıyoruz. Burasının konaklama yerimiz
olduğunu öğreniyorum sevimli rehberimizden. Dağlarla kaplı olmasından ötürü biraz
ürkütücü geliyor burası. Otelimize yerleşip akşam yemeğimizi yedikten sonra
misafirperver otel görevlilerinden gölün kenarında yürüyüş yapıp çay içebileceğimizin
bilgisini alınca kim tutar beni.
Doğruca şehrin
içinden adeta karanlık bir denize benzeyen Van Gölü’ne gidiyorum. Fakat gölün
kenarında yürümeye başlayınca bayağı dişli bir sinek ordusunun saldırısına
uğruyorum. Aslında göl kenarının görüntüsü sahil ve mesire yerlerini andırıyor.
Çay içilebilecek yerler, türkü evlerinden yükselen neşeli ezgiler sineklerin
direnişimi artırıyor. Yürüyüşümü tamamlayıp otele doğru yola çıkıyorum.
Sabahleyin
keyifli bir kahvaltının ardından Tatvan ve Bitlis’ten ayrılıyoruz.
Oldukça
ilginç olan kahverengi renkli Selçuklu Mezarlığı, ceviz ağacından yapılma el
işçiliği bastonları, o meşhur “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel”
türküsü, alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız bereketli toprakları, İskandinav ülkelerindeki manzarayı aratmayan
Nemrut Krater Gölü, dağların adeta kalkan olduğu sevimli şehirlerini görmek
için hiç beklemeyin derim. Bu alımlı şehir, tüm güzelliklerini görmeniz için
sizleri bekliyor. Benden söylemesi.