emel akbaş emel akbaş

arizona dream

“Bizler öldüğümüzde hikâyelere dönüşürüz. Bu hikâyelerden biri her anlatıldığında yaşıyor gibi oluruz o insanlar için. Sonuçta hepimiz birer hikâyeyiz.”

                                                                             The Haunting of Hill House

 

Emir Kusturica, Balkanların rüzgârını her filminde ülkemize getirmeyi başaran önemli bir yönetmen. Bu rüzgâr, haber bültenlerinde duyduğumuz soğuk havanın aksine sıcak, sımsıcak esintiler taşıyor. Bunun en önemli sebebi sıradan insanın kocaman dünyasına değinmesi olmalı. O, “öteki” yi, öteki olmaktan çıkarıyor, bize normal olan “ne, kim?” diye sorduruyor. Sonunda normal diye bir şeyin olmadığına karar veriyorsunuz aslıda. Kusturica adeta bir istikrar abidesi filmlerinde. Müziklerini Goran Bregoviç’e emanet ediyor her daim. Yugoslav bir yönetmen, Yugoslav bir müzisyen ile bir araya gelince beyazperdeye Balkan dokusu adeta ilmek ilmek işleniyor. Ne zaman bir Kusturica filmi açsam aşağı yukarı ne duyacağımı, ne izleyeceğimi kestirebiliyorum. Bu bir tarz meselesi elbette. Balkanlara 20. Yüzyılda veda etmiş bu toprakların insanları, belki de oralara ait bir şeyler gördüğünde fark etmeden geçmişiyle bağ kuruyor, görünmez bir köprü uzanıyor Anadolu’dan o coğrafyaya...

Müzikleriyle akıllara kazınmış en eğlenceli filmlerinden biri karşınızda. 1992 yapımı filmde Goran Bregovic’in müziklerine azıcık omuzlarını sallaya sallaya eşlik eden Jonny Depp ile Faye Dunaway, Jery Lewis ve Lili Taylor -ki en beğendiğim artistlerdendir kendisi. Duru bir güzelliği var- izliyorsunuz. Balkanlardan çok uzak bir coğrafyaya uzanıyor Arizona Dream. Avrupa’da başarılı bir kariyere imza atan Kusturica, ABD’ye uzanıyor ve ABD’li oyuncularla başarılı bir filme imza atıyor. “Bir insanın ruhunu tanımak istiyorsan önce rüyalarına bakmalısın,” diyor bize iki buçuk saatlik filminde. Başkahraman Axel’in gördüğü bir rüya ile başlıyor film. Axel, ABD’ye göç etmesi ve ardından ailesini kaybetmesiyle New York’ta büyük bir balık şirketinde tuhaf bir işe girer. Hayatına bir anda Arizona’da yaşayan galeri sahibi Leo Amcası girer ve New York’tan Arizona’ya taşınmak zorunda kalır. Axel, buraya gelmesinin akabinde tuhaf ilişkiler ağı içinde bulur kendini. Filmin olay örgüsünü anlatmak her ne kadar böyle bir yazı için daha tercih edilebilir olsa da ben filmin mesajlarından bahsetmek istiyorum. Sürreal bir senaryoya sahip olduğu için tamamıyla izleyiciye kendi yorumunu yapma özgürlüğü veriyor.

Elaine, bir tutku derecesine getirdiği uçma arzusuna kendisine âşık olan Axel’i de ortak eder. Tek derdi Elaine’yi mutlu etmek olan Axel, onun bu tutkusu adına çabalarken Elaine, Axel’e: “Küçükken hep uçmak isterdim, fakat bunu hiç kimseye söylemedim. Eğer uçmak istediğini söylersen seni düşürmeye çalışırlar,” der. İşte Amerikan rüyası da böyle uçmayı istemek gibi bir şey: olağandışı yani.

Film boyunca kaplumbağaları besleyen ve onlarla kendisi arasında bir bağ olduğu mesajını veren Grace’i anlamaya çalışıyorsunuz. Özellikle Grace ve Axel arasında geçen şu müthiş diyalog aşkı bize özetlemiyor mu?

“-Hayat güzel.

-Bence senin yaptığın güzel.

-Grace.

-Evet.

-Sence çok mu kötü olur? Eğer, eeee... seni öpersem?

-Hayır.

-Olmaz mı?

-Hayır.

-Ne düşünüyorsun?

-Bence iki yanlıştan bir doğru çıkmaz.

-Neyi kastediyorsun?

-Bizi kastediyorum. İki yanlış.

-Peki ya değilsek? Peki ya biz iki doğruysak ve diğerleri yanlışsa?

-Hayır!

-İki durumda da kazığı biz yeriz Axel.

-Ama böylece, kazığı birlikte yiyebiliriz.

-Ah! Keşke seni de yanımda götürebilseydim.

-Hadi gidelim. Tren yok, uçak yok, kahrolası kapılar yok. Pencereden çıkıp gidelim!

-Şimdi değil. Ev ile ilgili sorumluluklarım var.

-Ev işini hallettikten sonra gideceğiz ama söz veriyor musun?

-Söz veriyorum...”

Grace, Elaine’nin doğum günü partisi sonrası beyazlar içinde dışarı çıkar ve elindeki silah ile intihar eder. Axel ise sadece “söz vermiştin” der yerde yatan Grace’e bakarak. Filmin belki de tek olası tarafı bu kısa diyalogtur.

Geçen günlerde izlemiş ama bir türlü yazma fırsatı bulamamıştım. Hem de izleyebileceğim en güzel yerde: Beyoğlu sinemasında. Filmi nostalji olarak tekrardan vizyona koymuşlar. Böylece beyazperde de izleme ayrıcalığını da yaşadım tamamen tesadüfi bir şekilde.

Film, yönetmenin diğer filmleri gibi uzun maalesef. Sonuna doğru çığlık atmak istedim ama atmadım, tuttum kendimi. Düş kurmanın ne kadar güzel olduğunu vurgulayan film, muz çorapla intihara uzanan ve aşkın bazen çok tehlikeli bir şey olabileceğini düşündüren sürreallikler içermekte. Eskimolar ile başlayan film, yüzen bir balık ve uçan bir balon görüntüsü ile son buluyor.

Ne zaman bir filmden çıksam -Sabahattin Ali’nin bir romanındaydı galiba- Beyoğlu’nda sinemadan çıkıp kalabalığa karışan ama yine de kendisiyle kalıp, film hakkında düşünen kahraman gibi oluyorum. 

devamını oku