şule yusuf şule yusuf

yanmadan önce ısınmak*

Günler geçiyordu… Yörük, laf arasında ” bizim gelin” deyiverdi bir gün Hoca’ya.

-Kimmiş senin gelin?

-Sizin Meryemce. Meryemce’yi alacağım hayırlısıyla Hüseyin’ime.

Hoca naif adam, hiç etmediğini ediverdi. Doğrulup yakasına yapıştı Yörük’ün.

-Ne dediğini biliyon mu sen? Babası duyarsa öldürür hepinizi, adım atmaz bir daha bu köye. Beni torunsuz mu bırakacaksın? Bilmiyon mu erkek evlatlarım yaşamadı, buna sebep Yusuf’uma titrerim. Terstir, gelmez duyarsa buralara. Sizin de soyunuzu kurutur. El kadar sabilere hem bu laf edilir mi, utanmaz mısın?

Yörük’ün benzi attı atmasına ama ittiriverdi eliyle Hoca’yı. “Etmeyiz emme, vaktini bekleriz.” dedi. Hoca, elini hışımla kaldırdı, titredi gökte. Kalkan el inerdi törede lakin yemini vardı kimseye vuramazdı. Sıktı sıktı yumruğunu, tükürürken indirdi. Yörük, yazdı bir kenara. Hoca, uzaklaşırken gözüne dolan yaşları göstermemek için köy mezarlığına doğru saptı. Ters Hoca derlerdi. Tersi meşhurdu.  Hoca’nın doğan tüm erkek evlatları bebekken sebepsiz ölmüş, hayatta iki kızı dışında başka evladı olmamıştı. Kızı ilk çocuğunu erkek doğurunca “Senin daha çok olur, bunu bana ver. Ben büyüteyim.” demiş. Vermiş kızıyla damadı Yusuf’u dedesine. Varlıklı dedesinin yanında karnı doyar, bir meslek sahibi olur, diye. Gözü gibi bakmış torununa Hoca da hani. Yusuf kıymetli dedesinin nazarında…

Hoca yufka yürekli, sert görünüşü onun bir nevi kalkanı. Açmak olmaz ulu orta erkek adama derdini, içinde yaşar ne yaşarsa. Dalıverdi hışımla mezarlığa. Çeşmeden düşünmeyen hareketlerle su doldurdu. Belli belirsiz bir tümseğin önünde durdu. Sulamaya başladı. Bu köyde mezara bir kaya parçası dikerlerdi hepsi bu. Ne isim yazarlar ne mermer döşetirlerdi. Bilmeyen kendi mezarlığını zor bulurdu. Hoca ağlamasını artık koy vermişti. Çömelip duasını etti. Gözünün önüne Zeynep’i geldi.

Ocağın örtüsü alev aldı yine. Bak, işte Zeynep buhranlı buhranlı tutuşan örtüye gülüyor! Ev yanacak ama Zeynep histeriye tutulmuş gülüyor… Hoca, okkalı bir Osmanlı yapıştırıyor. Zeynep, yanağını tutmuş acısından gözlerinde tomurcuklanan yaşlarla babasına bakıp: “gözün kör olsun baba,” diyor. Zeynep belli ki iyi değil ama o zamanlar psikoloji de ne ola ki. Yakın bir köye gelin ediveriyorlar. Daha gencecikken gittiği köyde buhranlar içinde ölüyor Zeynep. Hocanın içine bir dert düşüyor ki yıllardır bir daha kimselere vuramıyor. Eli kalksa, içi durduruyor. Yoksa Yörük en alasını hak etti ya… Puslanmış gözlerini elinin tersiyle siliyor. Ağlayınca iyi göremiyordu da son zamanlarda iyice bulanıklaşan dünyasını yaşlılığına veriyor. Ama içi biliyor aldığı ahı… Anılarına kavak ağacının hışırtısı eşlik ediyor, eskilere çok eskilere çekiyor onu. Guguk kuşlarının aklı baştan alan hipnozu… bak işte yine ocak başı… yine Zeynep… yine tutuşan örtü ve alevler, alevler… Pat! Yanakta patlayan, akıl alan o tokat! Zeynep’in o günden sonra aklının kendisini terk ettiğini söylerler, “atlatmış” derler de Hoca yaşarken bunu ona kim diyebilmiş ki.

Hoca, Yusuf’un dükkânına Meryemce’yi alıp gitti bir gün. “Gelin kızım, çocuklardan bunalmışsın. Birini olsun ben gezdireyim” dese de asıl maksat kimselere demediği görme sıkıntısına bir çare yanındaki çocuk. Tutmuş elinden yol boyu yürürken kılavuzluk ettiriyor Meryemce’ye aslında. Tamirhanelere özgü derin çukur ortada öyle durmakta. İçerde araba da yok. Selam kelam demeye vakit bulamadan Hoca bu çukura düşmesin mi! Görmediğini itiraf ettiği gün oldu bu düşüş. Tavukkarası inmişti gözlerine. Zeynep'in ahı tutmuştu nihayet. Hoca hiç darlanmadı. Eskilere has metanetle ilahi adaletini nihayet yaşamaya başladığı için rahatladı bile.

* Şule Yusuf’un “ İçime Yazdıklarım” kitabından alıntıdır.

devamını oku