h. ihsan sönmez h. ihsan sönmez

nakkaşın çiçekleri

Gökyüzünün hediyesi düşüyor işte. Bugün yine yağmur yağıyor. Seninle unutulmaz anılarım; beni, bir yağmur damlasıyla küçük bir su birikintisinin üzerinde tutuyor. Su birikintisine yansıyan bir yüz var. Acaba sen misin? Ona bakıyorum. Tamam işte sensin dediğim, önce küçük siyah gözlerinin sonra utangaç dudaklarının belirdiği anda, ürkek bir güvercinin kanat rüzgarıyla su tir tir titriyor. Kahretsin görüntü bozuluyor. Güvercinler uçuşuyor. Hemen oracıkta; elinde kuşyemi torbası, şaşkın bakışlı bir çocuk gibi öylece kalıveriyorum. 

Yağmur şiddetini artırıyor. Ama ne yağmur! Koskoca gökyüzü, aklımı ödünç alan, saçımdan başımdan alıyor hıncını. Yeryüzüne düşerken yorgun düşen damlalar, saçlarımın sana ait en beyaz yerinde dinleniyor. Seni düşünürken ipini bırakıverdiğim düşlerim gibi onlar da saçıma tutunmaktan vazgeçerek alnıma doğru kendini özgürlüğe bırakıveriyor. Kirpiklerime çarpa çarpa, alnımdan dudaklarıma sıcak küçük bir nehir akıyor. İnan avuçlarımda birikiyor, her birimizi iki yakasında aşkın maviliğine sürükleyen bu nehir. Varlığımın en yüksek şelalesi ise seni daha çok sevdikçe, hayallerimden sana doğru düşüyor.

Yağmur kesildi kesilecek. Ustası eski, saat tamir dükkânının vitrinine bakıyorum şimdi. Çalar saatler, duvar saatleri...  Zaman döngüsünün yorgun tanıkları mı? Her biri küçük arapsaçı dükkânın bir köşesinde, tozlu raflarında, darmadağın vitrininde, duvarlarında. Sanırsın ki zaman davasının yargıcı benim, ahenkli tik taklar da geçmişi anlatıyor bana.  Ama mazinin nabzı damarlarımda atmıyor. Oysaki ben, tam karşıdaki akrebi kırık duvar saati yelkovanının gösterdiği saatte doğan, aynı saatin sarkacında kova burcunda yaşayan, işte şuradaki çalar masa saati akrebinin işaretlediği saatte seni tanıyan yaşam emanetçisiyim. İnsan olup tesadüfen yaşadığımı işte bu saatler öğretti bana. Bu nedenle eski saatlerin gösterdiği bir sen varsın. Sen ki eski saatler korosunun söylediği, sevginin mükemmel aryasısın.

Önce yağmur kesildi. Sonra bulutlar çekildi. Ne garip değil mi? Yağmurdan önce ve yağmurdan sonra! Adımlarım hep bilindik yere götürüyor bedenimi. Bunlardan ilki şehrin ortasındaki park. Yaşlı ağaçlar ülkesi. Onlardan birisi var ki sen henüz görmedin ikimize ait bir çınar ağacı. Ben söyleyeyim dört yüz yıllık, sen de o ağacı benim hayallerim dikti. İşte öyle bir ağaç! Şimdi iyi dinle onun küçük bir kovuğu var. Başımı içine soktuğum zaman, ikimizin oluşturduğu bir bahçe var içinde. Bunu ancak benim gözlerim görmeye muktedir. Bir de seninkiler! Bahçenin şiirden çitleri var. Çitin içinde dilek tanrıçasının pembe yapraklı ağacı, dalında kayıp kuşlar yetimhanesi bulunuyor. Rebeca’nın şarkısını seslendiriyor en sevdiğim kuşlar. Kâinatın ne kadar göçmen kuşu varsa hep bu mevsimde bu bahçenin özgürlük deltasına konuyor. Çiçekleri sorma! Sıra sıra yalnızlık buseleri, tebessüm kırmızıları, sevişken mavilerin hepsi sen kokuyor. Harflerden yapılmış ikimiz için küçük bir kulübesi var. Öyle sağlam bir şey olduğunu düşünme oldukça salaş, içinden bir “r” harfini çeksen yerle yeksan olacak. Balkonu hikâyenden, çatısı öykümden yapılı. Diyeceğim bu bahçeye her bakışımda- ki sen beni görmüyorsun- seni balkonda sim ipekten bir gecelik içinde görüyorum. Hafif bir meltem saçlarını savururken, dalga dalga geceliğinle kırlangıçlar oynaşıyor. Hele dolunay olduğu gece bir senfoni çalıyor ki, ruhum o an bahçeye süzülüyor. Anlıyorum ki çiçeklere kokuyu veren sensin. Kırlangıçları bu kadar şımartan sen. Uzanamıyorum ama dudaklarını benim yerime öpen ay ışığının melekleri. Tam sana yaklaşmak istiyorum ki; ağacın kovuğuna sıkışıyor omuzlarım. Ah sen yok musun sen!

Şimdi adını yazdığım kumsaldayım. Dalgalarla aramda bir inatlaşmadır gidiyor. Adını ben yazıyorum. Onlar siliyor. Ben yazıyorum onlar siliyor. Yani doğayla baş etmem imkânsız. Ama aldırdığım yok. Adını kalbime bir nakkaş gibi işledikten sonra dalgalar kumsala vursa kaç yazar. Acaba sen beni kalbine nasıl yazmış olabilirsin? Muhtaçlık değil benimkisi daha çok kutsallık. Hayattan alacağım var o da bir aşk diyorum ya! Kendine göre son alacağını almaya,  iki mevsimden birinde yaşamaya çalışan serserinin biriyim. İşte ayaklarım kumsala basıyor ve adını yazıyorum.  Bu dalgalar kumsalı ne kadar seviyorsa, bu gökyüzü denizde ne kadar yansıyorsa, kıyı rüzgârı ne kadar göğsüme vuruyorsa ve seni özlemek ne kadar beni sarıyorsa işte seni o kadar seviyorum. Senin beni sevme içgüdünü ise balkondaki meleklere bırakıyorum.

 Hani dedim ya yağmurdan önce ve yağmurdan sonra... Bir gerçeği daha düşlerimin arasına sıkıştırıyorum. Benim için sadece iki mevsim var sevgilim. Senden önce ve sonra. İlki kış, ikincisi bahar. İçimdeki hüzün yaşamak istemediğim eski bir sonbahar. Yaz dersen kalbimde bir temmuz sıcaklığı. Yazdım işte. Bana elini ver, gözlerime bak, sımsıkı sarıl...  İkimizin yarattığı bir başka evrenin delisi olalım... Deli gibi seni sevmek var ya! Ne diyebilirim ki başka... Gökyüzüne bak aşka gülümse!

devamını oku