Yabancısı
olduğum bir şehir. Tanıdık sima hiç yok. Nedense tanıdık şefkatli yüzler arıyor
insan. Selam verdiğinde hatırını soracak sıcacık dostlar... Kar yeniden
savurarak yağmaya başlıyor. Güneş görünüp görünmemek arasında kararsız; bir
görünüp bir kayboluyor. Çanakkale parkından çıkıp öğretmenevine kadar
yürüyorum. Yönümü bilmeden yeni taşındığım bu şehri tanımaya çalışıyorum. Meyve
ağaçlarından ziyade çam ağaçlarıyla dolu bu şehir. En azından benim doğduğum
şehirden farklı. Portakal çiçeklerini özledim galiba yoksa avlulardaki kocaman
çamlar neden durduk yere bana yabancı gelsin ki...
Yürümeye
devam ediyorum. Yolum beni meydana, oradan otogara götürüyor. Kilometrelerce
yol yürüyorum. Bu şehri tanımaya mı yoksa kendimi bulmaya mı, kim bilir?
Üzerime tarifinden eksik kaldığım yabancılıkla örtülü bir yalnızlık giyinmiş
adımlıyorum sokakları. Biraz dinlenmek için oturacak kuru bir bank arıyorum
sonra buz gibi havaya daha fazla kayıtsız kalamyan donmuş ayaklarımın
uyuştuğunu hissediyorum; vazgeçiyorum. Sokaklarda kaybola kaybola evime
dönüyorum. Ne garip bir duygu, evinin yolunu başka birilerine sormak zorunda
kalmak “Affedersiniz, benim evimi tarif edebilir misiniz? Ben şurada
oturuyorum, fakat nasıl gideceğimi bilmiyorum…” demek... Bir iki yabancı teyzeye,
eli cebinde telaşlı öğrenciye ve yüzü beyazdan mora dönmüş sokakları süpüren
amcaya sora sora evime yol alıyorum.
Nihayet
evimdeyim. Saray görünümlü devasa zindanımın cumbasındayım. Ne güzel buraya da
petek koymuşlar diyerek çocuk gibi seviniyorum. Ellerimi ovuşturarak ısınmaya
çalışıyorum. Etrafımı kuşatan engin dağları, tepeleri, bembeyaz örtüye bürünmüş
ovadaki bu şehri seyrediyorum. Bir an gözlerimden akan sıcacık yaşları fark
ediyorum. Çocuklarım anlamasınlar diye çabucak ellerimle kuruluyorum. Özlediğim
memleketimi, Torosları, Amanosları, Akdeniz sahilini, portakal ağaçlarını ve
ılık meltemini hatırlıyorum; burnumun direği sızlıyor.
Yalnızlığın
en fazla koyduğu demlerdeyim. Bir garip diyârda, Merzifon'da... Özlüyorum…