Eli, albümde kalakalmıştı öylece. İtina ile çeviriyordu
sayfaları. Kıyamıyordu geçmişe. Her bir kare toz bulutu gibiydi. Neşeyi ya da hüznü
burnunun ucuna konduruyor ve dağılıp gidiyordu. Yerli yersiz tebessüm eşlik
ediyordu bu seremoniye...
Uzun zamandır, çok uzun
bir zamandır eline almamıştı oysaki. En son ne zaman baktığını hatırlamıyordu bile. Çoğu insan
uçup gitmişti. Çoğu
insan ise büyüyüp serpilmişti.
Eşinin
vesikalık resmine sıra gelince zaman o karede durdu. Rahmetli, canlanıp da çıkacakmış gibi içten gülümsüyordu. Sahi ya! Yanağına minik bir buse
kondurabilir miydi şimdiki güncede?
"Aahh
be Salih’im! Kaytan bıyıklı sevdiğim…" cümleleri dökülürken dudaklarından, diğer sayfaya geçemedi Canan Tunay. Gözleri doldu, dudakları büzüldü. Titreyen elleri fotoğrafın üzerinde gezindi durdu, meydanı boş
bulurcasına…
Geriye
düşen altmış yıl sis
perdesi gibiydi, belli belirsiz aralanmıştı. Göz çukurlarına biriken doluluk ise
yutkunduklarında saklıydı. Aralanan sis perdesinin yarısı siyah, yarısı ise
beyaz gibiydi. Sıçrayan lekecikleri ise görmemekte direniyordu.
Otuz,
otuz beş yaşlarında genç
bir kadın ilişti yanına. Ellerini tuttu. Gözlerinin içine baktı.
Siyahla
beyaz arasında gidip gelen zihni, beyazda duraklamış gibiydi. Genç kadın sıkı sıkı tuttuğu elleri avucunda
ovaladı ve ayağa kalktı:
"Haydi
bakalım, şimdi sütlaç zamanı. Sütlacını yemen lazım.”
"Sütlaç" kelimesi, uçuşan kelebekler gibi zihnine konuverdi.
Usulca ayağa kalktı ve genç
kadın eşliğinde oradan ayrıldı.
Albüm oracıkta aralanmış şekilde duruyordu.
Rahmetli Salih Bey ise öylece bakıyordu.
Albüm kapanmadı.
Bu
siyah ve beyaz tekrarı yarın yeniden, sil baştan yaşanacaktı…