aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

sakinliğin içindeki romantizm diyarı heybeliada

“Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık.

Sandallarımız neşe dolar, zevke dalardık…”

 

Yesari Asım Arsoy’un dizelerindeki gibi neşeli kahkahaların, mutluluğun doruklara ulaşmasının yanı sıra dinginliğin, kendine özgü bir sadeliğin adasına doğru bu seferki rotam.

Sonbaharın,  kimi zaman üşüten, kimi zamanda bulutların arkasından bir görünüp bir kaybolan güneşinin ısıtmaya çalışan tatlı bir rüzgâr eşliğinde Eminönü’nden biniyorum bembeyaz vapura, yaklaşık bir saat on beş dakika sonra ver elini romantizm adası Heybeliada. Adaya adımımı atar atmaz ben Büyükada’nın ve diğer adaların cıvıl cıvıl insan kalabalığını beklerken, tam tersi bir sakinlikle karşılaşıyorum. Burada insanların genellikle bahçe içindeki evlerinde keyifli zaman geçirdiklerini, ihtiyaçları olduğunda adanın çarşısına indiklerini öğreniyorum az sonra sohbetine doyamayacağım yaşlı amcadan. Ben çarşının ortasında aval aval etrafına bakınıp arkadaşımı beklerken, geziye nereden başlasam, diye düşünürken çıkıveriyor karşıma elleri nasır tutmuş, üzerinde mavi çizgili yeleği ve beyaz gömleğiyle. Beni görünce gülümsüyor:


“Kızım yaklaşık on dakikadır seni izliyorum. Bir o yana gidiyorsun, bir bu yana. Eee, adamızın sakinliği, senin de aklını başından almış olmalı ki bu güzelliği gezmeye nereden başlasam, diyorsun,” diyor.


Ben de onu “Evet” anlamında sessizce başımla onaylıyorum. Yaşlı amca beni yanına çağırarak sahildeki çay bahçesine davet ediyor. Ne kadar misafirperver şu adanın sakinleri, samimiyetle sarıp sarmalıyorlar onlara gelen misafirlerini. Ben de ne diyeyim kabul ediyorum teklifini. Sahile karşı oturuyoruz birlikte. Hemen söze giriyor: “Kızım, merak etme, fazla vaktini almayacağım senin. Şu gördüğün çarşı bir zamanlar balıkçılara aitti. Rumların ağırlıkta olduğu cıvıl cıvıl, her yerden “Taze balık!” seslenişlerinin yükseldiği bir alandı. İşgal yıllarında biraz ilerimizde duran iki katlı ahşap binadan Yunan Başkanı ile eşi Yunan halkını selamlamış, coşkulu bir kalabalık da ona tezahürat yapmış. Bence fotoğraf çekeceksen bu ahşap binadan başlamalısın. Sonrasında sadece bugün kurulan pazarın içinden taş mektep, sanatoryum ve gizli cennet Terk-i Dünya ile gezini sonlandırabilirsin. Terk-i Dünya’nın yukarısında bakır çıkarılan maden ocağı var. Ama bildiğim kadarıyla orası şu anda kapalı. Haa, unutmadan sanatoryumda kapalı kızım. Kenarında çok güzel çay bahçesi var. Orada keyifle yudumlayabilirsin çayını,” dedi çayından bir yudum alarak yüzünde memnuniyet dolu bir gülümsemeyle. O gidebileceğim yerleri söylerken ben de bir taraftan not alıyordum. Biz keyifle sohbet ederken arkadaşım yanımıza gelerek:

“Günaydın, nasılsın canım?” deyip yanımıza oturuverdi. Yaşlı amca, onu görünce elinde çay tepsisiyle gezen garsona bir çay getirmesini söyledi. Benimse aceleciliğim tutuverdi. Garsona elimle işaret ederek çayı geri gönderdim. Arkadaşıma, “Çayımızı Terk-i Dünya Manastırı’nın çay bahçesinde içelim mi?” diye sordum.


Arkadaşım suratıma şaşkınlıkla bakarak: “Orası neresi? Terkedilmiş yerde ne işimiz var bizim yahu?” diye çıkışmasın mı? Yaşlı amcanın ise bizim konuşmalarımızdan çok eğlendiği belliydi. Ben dayanamadım: “Orası terk edilmiş bir yer değil ki, ismi öyle. Bir de bir manastır var orada. Gizli cennete gidiyoruz. Kollarımızı açıp gökyüzünü kucaklayacağız birazdan,” dedikten sonra sabırsızlanarak, yaşlı amcaya teşekkür ettim. Arkadaşımın kolundan tuttuğum gibi kaldırıp yürümeye başladım. Onun neye uğradığını anlamamış bakışları arasından yaşlı amcaya el sallayarak pazar yoluna girdik.

Bu pazarda pazarcılar, ürünlerini satmak için diğer pazarlarda olduğu gibi avaz avaz bağırmıyorlardı. Halk ne satın almak istiyorsa pazarcıya yaklaşıyor, önce fiyatını soruyor, sonra da satın alıyordu ya da tam tersi o tezgâhtan yavaşça uzaklaşıyordu. Bir de bana ilginç gelen ürünlerin üzerinde fiyatların yazmamasıydı. Hafif meyilli yokuşu tırmanırken taş mektep olduğunu anladığım bina tüm heybetiyle “Adaya hoş geldiniz,” diyordu adeta. Taş mektebin eski bir Rum Okulu olduğunu ve şu an çok fazla öğrencisinin olmadığını öğreniyorum meraklı hafiye olarak sorduğum bir pazarcıdan. Bir iki fotoğrafını çektikten sonra Heybeliada’nın rengârenk çiçekli sokaklarına giriş yapıyoruz. Aynı sessizlik takip ediyor bizi. Eski Rum evlerinin yanı sıra Osmanlı dönemine ait cumbalı bir iki ev de gözümden kaçmıyor. “Ah” diyorum içimden. “Bu evlerin balkonundan kendi ellerimle işlediğim mendili tam da yakışıklı paşanın evimin önünden geçtiği an aşağıya bırakıveriyorum.” Arkadaşımın kolumu dürtmesiyle bu tatlı halüsinasyondan uyanıveriyorum. Ona dönerek: “Osmanlı paşası kısmetime engel oldun,” diyerek başlıyorum gülmeye. Arkadaşım anlayamıyor ne söylediğimi. Birlikte sanatoryumun olduğu yokuşu çıkmaya başlıyoruz. Sanatoryuma tırmanırken daha önce araştırmacı gazeteci kimliğimi öne çıkardığımdan karşımızda yer alan tepenin arasındaki tek başına bir resmin parçasıymış gibi görünen ev gözümden kaçmıyor. “İşte bu ev Hüseyin Rami Gürpınar’ın evi olmalı” diye bağırdıktan sonra arkadaşıma evi işaret ediyorum. “Keşke, oraya da gidebilsek ama Terk-i Dünya Manastırı’nı ve sanatoryumu ancak ziyaret edebiliriz. Zaten oldukça dik bir yokuşun başında gizli gibi geldi bana” diyorum. “Kendi eliyle yaptığı dantelleri görmeyi çok isterdim. “Gulyabani, Şık, Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç, Mürebbiye” romanları aklıma gelince gülümsüyorum. Diğer ünlü yazarımız Ahmet Rasim ile de yakın arkadaşlıkları olduğunu, birlikte burada konakladıklarını bir yerden okuduğumu hatırlıyorum. Bu arada biz farkına varmadan sanatoryumun olduğu tepeye ulaştığımızı fark ediyorum.




Sanatoryuma girişin kapalı olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğruyorum. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle kurulan Türkiye’nin ilk verem hastanesinin bakımsızlık içindeki duvarlarını dışarıdan izlemekle yetiniyorum. Buranın son olarak Yılmaz Erdoğan’ın “Kelebeğin Rüyası” filmi için kapılarını açmasından sonra bir daha açılmamak üzere kapatıldığını öğreniyorum sanatoryumun biraz ilerisinde yer alan çay bahçesi çalışanından. Buralara kadar gelmişken soluklanmak adına tepeden denizi gören bir masaya oldukça yorgun görünen arkadaşımı da sürükleyerek oturuveriyorum. Bol oksijen ve çam ağaçlarının mis gibi kokusunu içimize çekerken tavşankanı çaylarımızda geliyor. Nedense temiz hava acıktırmaya başlıyor beni. Arkadaşıma da acıkma durumunu sorduktan sonra ortada çay dağıtan garsona seslenerek iki kaşarlı tost istiyorum. Garson çaylarının servisini tamamlar tamamlamaz bizim tostları yapmak üzere sanatoryumun kenarına inşa edilen derme çatma kulübeye gidiyor. Arkadaşım Yılmaz Erdoğan’ın filmine konu olan şair Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirlerini araştırmak üzere telefonunun başına gömülürken, ben de kendimi sadece kuş seslerine doğru keyifli bir rüzgâra bırakıyorum. Tostlarımız ile çaylarımızı içtikten sonra Rüştü Onur’un “Denize Serenat” şiirinin mısraları eşliğinde ayrılıyoruz bu biraz hüzünlü, biraz mutlu çay bahçesinden.



“Neyim varsa sana bırakmalıyım deniz

Sende geçmeli mevsimlerim, sende çiçek açmalı ağaçlarım.

Sende yaşamalıyım deniz, asi ve hür

Sende ölmeliyim, bulutlara bakarak”


Çıktığımız yokuşu bu kez inmeye başlarken çocuksu yanım tutuveriyor, hatırladığım kadarıyla başlıyorum küçük bir kız çocuğu edasıyla: “Uzun ip belimizde biz gideriz ormana hey ormana…” diyerek şarkı söylemeye. Arkadaşım da bana eşlik edince bir bakıyorum yokuşu inmişiz bile. Çay bahçesinde boş karınlarımızı doldurduk doldurmasına da sahile inince ne diyeyim, balıklar bizi çağırıyor gibime geliyor. Arkadaşıma seslenerek: “Var mısın benimle ikinci yokuşa tırmanma öncesi balık molası vermeye?” diyerek göz kırpıyorum. Birlikte sahil boyunca sıralanan balıkçı lokantalarından birine oturuyoruz. Önümüze gelen zengin balık menüsünde neler yok ki… Tekirler, levrekler, istavritler,  kalamarlar, daha neler neler… Biz tercihimizi istavritten yana kullanırken bol yeşillikli bir salata ile kalamar tava da sipariş ediyoruz. Yemekleri beklerken sahilde yürüyüşe çıkan insanları, balıklardan nasiplenmeyi bekleyen kedileri seyrediyoruz. Tabii martıları da unutmamak lazım. Havada akrobasi hareketleri yaparak ani bir manevrayla denize hücum etmeleri görülmeye değer.

Balıklarımızı yer yemez biraz sahilde yürüyüş yapıyoruz. Bizimkisi bir çeşit antrenmana benziyor. Çünkü birazdan en az sanatoryum kadar uzak ama nispeten dik olmayan Terk-i Dünya Manastırı’na doğru yürüyüşe geçeceğiz. Sahilde küçük çaplı bir yürüyüşün ardından dondurmalarımızı da alarak adanın diğer tarafına doğru yöneliyoruz. Köşklere benzeyen evlerin arasında yürürken arkadaşım İsmet İnönü’nün evini gösteriyor. Müze tabelasını görür görmez kapıda bizi karşılayan güler yüzlü görevli kadına ücretli olup olmadığını soruyoruz. Kadın gülerek: “Tabi ki ücretsiz, buyurun ben size gezdireyim İsmet İnönü Paşamızın evini diyerek yol gösteriyor. Giriş bölümünde Atatürk ile olan resimleri, büstü ve oldukça mütevazı döşenmiş bir salon karşılıyor bizleri. Atatürk’ün hediyesi kahve fincanlarının sehpada yer alması, sanki birazdan sırtlarımıza dokunarak: “Evimize hoş geldiniz, kahvelere göz koymak yok,” diye gülerek geleceklermiş gibi bir hisse kapılıyorum.




İsmet İnönü’nün bu eve yerleşmesi, 1924 yılına uzanıyor. Bir rahatsızlık geçirmesi sonucunda hekimlerin mutlak istirahat önermesi üzerine Atatürk’ünde emriyle Heybeliada’daki bu üç katlı eve yerleşmiş İsmet Paşamız. Ama şöyle bir sorun ile karşılaşmış mavi gözlü dev ile her zaman onun yanında yer alan dostu. Eşyaların değeri üç katlı evden daha fazla maliyetliymiş. Büyük pazarlıklar sonucunda evin eşyalarını Atatürk, arkadaşına hediye etmek üzere satın alır. İsmet Paşa ve ailesi bu evde oturmaya başlar. Zaman zaman salonun yanında yer alan odada Atatürk ile sabahlara kadar toplantılar yaparlar. Atatürk, Şeyh Sait isyanının bastırmak üzere onu göreve çağırır. O da bu ve buna benzer bir sürü isyan ve savaşı kazanmak için Atatürk’ün yanında yer alır. Bu odada masanın başında yine Atatürk ile İsmet İnönü’yü yan yana görüyormuş gibi hissediyor insan. Üst kata çıkarken bir yatak odası, kızı Özden ile babaannesinin yataklarının karşılıklı olarak yer aldığı diğer odayı görüyoruz. İsmet İnönü’nün denize çivileme atlayarak “çivileme atlayışı” meşhur ettiğini öğreniyorum görevli tatlı rehberimizden. Denize ailece yürüyerek gittiklerini dönüşte ise duruma göre fayton ile döndüklerini de sözlerine ilave ediyor. Atatürk ile baş başa kahve içtikleri köşenin sadeliğine de hayran olmamak mümkün değil. Kıyafetlerin zarifliği de cabası. Buradan istemeye istemeye görevli kadına teşekkür ederek ayrılıyoruz.

İstikametimiz Terk-i Dünya Manastırı ve yine keçi gibi tepelere tırmanmak oluyor. Ormanlıklı alanda yürürken gözüme süslü bir mezar çarpıyor. Daha önce rehber tanıdıklarımdan öğrendiğim kadarıyla bu mezarın bir hikâyesi varmış.




Hasta ruhlu bir Rum, bir kadın ile evlenmiş. Kadınla evlenmesiyle de kâbus dolu günleri başlamış. Çünkü adam maalesef aşırı kıskanç olmasından dolayı karısının onu hep aldattığı hissine kapılarak onu öldürmüş. Öldürdükten sonra da ona özel bir mezar yaptırmış. Mezarın içinde karısına olan aşkını anlatan kabartmaların resimlerin olduğu söylenmiş. Ama ne diyeyim yılan veya başka bir tehlikeli hayvan ile karşılaşmamak adına şu an oldukça bakımsız olan mezara yukarıdan bakıyorum. Hikâyenin sonunda ise adam gece gündüz mezarın başından ayrılmamış, oracıkta vefat etmiş. Oradan ayrılarak, ormanlık yoldan Paris’teki Carte Azur ya da İtalya’nın Portofino’sunu aratmayacak güzellikte sahil ve çam ormanlarının iç içe geçtiği manzara ile karşılaşıyoruz. İçimden: “Biz cennete düştük sanırım. Burası nasıl muhteşem bir yer,” diye geçirirken bir taraftan da bol bol fotoğraf çekiyorum. Sonrasında ver elini Terk –i Dünya manastırı ve yanındaki küçük çay bahçesi.



Önce tepede bu eşsiz manzarayı görebileceğimiz bir masaya oturuyoruz. İçeriden Ermeni bir kadın görevli yanımıza gelerek ne içeceğimizi soruyor? Arkadaşımla birbirimize bakıp: “Kahve” diye bağırıyoruz aynı anda. Adanın en ücra ama en güzel köşesinde olması sebebiyle Terk-i Dünya Manastırı dendiğini düşünüyorum. Çünkü etrafımızın orman ile çevrili olması, uçurumdan aşağısının ise deniz olması sorumu cevaplamaya yetiyor. Manastır deyince şimdi Mardin veya diğer illerimizdeki gibi büyük bir manastır bekliyorsanız yanılırsınız. Burası oldukça küçük bir manastır. İçinde bir bölümde kilisenin en küçüğü diyebileceğim bir alan yer alıyor. Sonrasında bekçi olduğunu anladığım bir adam yanımıza gelerek eskiden dünya hayatıyla ilişkisini kesmek isteyen keşişlerin buraya geldiğini, uçurumun kenarındaki bu manastırda inzivaya çekildiklerini söylüyor bize. Manastırı gezdiriyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz bu güzelliğiyle aklımızı başımızdan alan yerden. Unutmadan manastırın tam karşısında da eskiden bakır madeni olarak kullanılan şimdilerde kapalı olan bir de maden bulunuyor. Madenin olduğu yer tarçın rengi kırmızılıkta. Kırmızı yeşil ve uçurumun eteğindeki mavinin sihirli buluşmalarına şahitlik etmek o kadar müthiş bir duygu ki… Kelimelere sığdıramıyorum burayı anlatmak için. Artık koşturarak İstanbul’a doğru yola çıkacağımız vapura yetişmek vakti diyoruz arkadaşımla.

Şayet diğer adalardan tamamen farklı bir nazlılığı, sakinliği olan, adını bakır madeninden alan birçok ülkede gördüğünüz yerleri ziyaret ediyormuş hissine kapılacağınız harika ötesi Terk-i Dünya Manastırı’nı, içinde biraz hüzün biraz umut saklı, tekrar hizmet vereceği günleri özlemle bekleyen sanatoryumu, içinde bin bir kurtuluş mücadelesi hikâyesi barındıran İsmet İnönü Müze Evini, sahilinde, pazarında hemen hemen her yere hâkim olan o güzide sessizliği görün, hissedin ve duyumsayın diyerek Heybeliada gezimi sonlandırıyorum.


devamını oku