şule yusuf şule yusuf

meryemce bir hikâye

“Şuraya bir resim koysam diyorum, şuraya bir şeyler yazsam… Sonra diyorum; onu bu böyle anlar, bunu şu üzerine alınır, öbürü kendini nimetten sanır. Susuyorum. İçime yazıyorum, içime büyüyorum. Dışıma bir avuç yazı kalıyor. İncelik ne zor zanaat diyorum. Ölünce içimizi Tanrı’ya götürebiliyor muyum?”                                                                                                                     şule yusuf                       


MERYEMCE BİR HİKÂYE[1]

I.BÖLÜM

“ YILAN… Yılannn illa edecen de mi huyunu? Yere batasıca! “OL” dendiği günden beri sürünüyon da özlemiyon mu hiç ayaklarını? Sen ayaklarını, şeytan cenneti… İnsan ettiğinden vazgeçmiyor… Yılannnn….

Aldın mı öcünü? Hııı? Yendin mi? Kendi savaşını hep başkalarınla mı edecen? Az içine baksan ya… Ne ettim ben desene… Dersen yaşayaman biliyon de mi ben de bunu bildiğini biliyom ya… Kor muyum yanına?  Komammm! Ahan da bekliyom. Gelmez dediğin gün de gelir. Devran döner, elbet bize de buyur der zaman. Belki, hem belki bile değil, kesin der. Alırım komam ahımı. Hem ahımı hem hakkımı.”

Bekliyor…

Her gün aklında alıyor veriyor. Artık beklemeyi öğrendi. Canı yana yana kanaya kanaya öğrendi. Yalnızlığı sever diyorlar, bilmiyorlar ki akı akıveren gözyaşlarını hangi mendile silsin, kime göstersin. Acısına tuz basarlar da derman vermezler. Biliyordu artık.  Öğrendi işte. Günler geçerken o vaktine esir olmuş bekliyor. Herkesler onu da acısını da yılanı da ettiğini de unuttu… O unutmadı. Ölebileydi iyiydi, ölebilemedi. İmtihan dünyası dedi, devran dedi, keser dedi, sap dedi ve ille hesap! Yaş aldı da yaşlanmadı gavurun kızı.  Güzelceydi güzel oldu, güzeldi efsane oldu. Dağda bayırda hikâyesi anlatıla koyuldu. He mi de yaşarken.

Bir varmış, bir yokmuş…

Köye Yörük’ün Hasan’ın torunu gelirdi yazları büyük şehir İstanbul’dan. Öyle bir güzelliği yok ha. Kara kuru, ufak tefek, koca kafalı bir şey. Ama büyük şehir havası mıdır, kendi havası mıdır köyün tüm çocukları içinde sevilir, sayılırdı. O da severdi hani köklerini. Köksüz olmak istemezdi. Camii avlusunda toplanılırdı önemli günlerde. Çoğunluğu büyük şehirde yaşayan köylü memleketine geldiği gibi soluğu camii de alırdı. Kendini göstermenin, “geldim” demenin en kolay yolu zamanla ȃdetten olmuştu. Erkek çocuklar kıymetli. Babalarının yanlarında camii avlusuna gelir, tanıştırılır, adetleri, köklerine bağlılığı öğrenirdi. Kız çocukları evlerde, bahçelerde dolaşır annelerinin yanlarında kız olduklarını bilerek büyür cami avlusuna uzaktan bakarlardı.

 Yörük’ün Hasan, oğlu Ali ve torunu Hüseyin’i alıp gelmişti avluya. Gösterecekti soyunu ya ortaya… Hoca’nın Mehmet’in oğlu Yusuf , adı gibi hani erkek güzeli, dedesi büyütmüş ya onu üstüne titrermiş. Bakmış, Yusuf çok can yakacak ve canı yanacak almış biricik torununu kızından şehre götürmüş. Yusuf iş güç sahibi olmuş ciddi de hatırı sayılıyor vakarıyla. Son model arabalarla geliyor köye. Kısa kalıyor, iş güç beklemez hem. Onun dört kızı var da Allah oğul vermemiş. Herkeslerin erkek evlatlarını, torunlarını getirdiği cami avlusunda bu gün bir gelenek yerle bir olacaktı.

Yusuf, güzeller güzeli dört kızını giydirip kuşatmış yanında camiye getiriyordu. Hiç olacak şey miydi? Soy kızla mı yürürdü, bu Yusuf hep aksilik ederdi böyle! Kızlar güle oynaya daldılar avluya. Bir hareketlenme oldu. Lakin Yusuf’a değil dengi, büyükleri dahi laf edemezdi. Sineye çekmek, canlarından olmaktan iyiydi. Densizin biri “Bir oğlun da olmadı, soyun kuruyacak Yusuf Usta,” diyecek oldu ki Yusuf, o omuz üstü attığı balköpüğü bakışlarında boğdu adamı. Gereksiz adama söz söylemeye gerek bile duymadı.  Kızlar avluya daldı, oğlan çocuklarının arasına. Yusuf Usta’nın kızları olmanın ne demek olduğunu bilerek, öyle vakarla… Oğlanların eli ayaklarına dolaştı. Yaşları yakındı kızların irili ufaklı işte. Büyük sevmezdi erkek çocuklarını ilk yaklaşanı öyle bir tersledi ki diğerlerini bile uzak tuttu kendinden. Bir küçüğü güzeldi hani ama erkek çocuklarından farkı yoktu, aralarına karışmış sapana taş toplatıyordu hepsine. Bizim oğlan oluvermişti ilk dakikada. En ufak, tombul bir oğlanı duvara dayamış kolunu büküyordu, çoktan rajona dökmüştü işi. Meryemce ise etrafını izliyordu. Henüz konuşmamıştı bile. Yörük’ün torunu topaç sarıyordu, etrafında meraklı çocuklar bakıyor, sıraya giriyorlardı. Meryemce hafif çekik gözlerini dikmiş bu sarma işine bakıyordu. “Öyle yapılmaz, dönmez o,” deyiverdi. Birkaç adım öne çıktı. Topaca sıra olanlar döndüler bu billur sesli, dalgalı saçlı, kardeşlerine göre beyazca kıza. Daha bir şey diyemeden Yörük’ün torundan almıştı Meryemce topacı da maharetle sarmıştı bile. “Böyle sıkı sıkı saracaksınız, elinizi tam buraya koyacaksınız,” diye bir öğretmen edasıyla anlatıyordu, bildiğinden emin. Hipnoz olmuş bakıyordu oğlanlar. Yörük’ün torunu  topaca değil kıza bakıyordu. Meryemce vurdu topacı yere dön ha dön… Topaç döndükçe kıza olan ilgi artıyordu, diğerleri de geldi seyretmeye. “Oğlum kız bizden iyi sardı. Hüseyin senden bile iyi bu kız.” Hüseyin bakıyordu, topaç dönüyordu. Kız güldükçe  güzelleştiğini biliyor muydu… Nasıl, nasıl sardın? Bir daha göster derken Meryemce sakin sakin anlatıyor, püf noktaları çekinmeden veriyordu. “Oğlum, bu elini bir garip tutuyor. Biz yapamayız onu…” Kız döndü, “Yok be! Ben solağım, o yüzden tuhaf gelmiştir. Böyle gel, göstereyim, sen de anlarsın,” dedi çocuğa.  Çocuk, Meryemce’nin tarafına geçerken Yörük’ün torunu oğlanı çekiverdi, kızın yanına kendi geçti. Meryemce gösterdi. Herkes bir kızın topaç çevirme marifetini sevdi, hem hiç de kıskanmadılar. Hatta büyükler içinden meraklılar bile çıktı, gelip bakanlar oldu.   Meryemce onlara başka oyunlar da gösterdi. Yörük’ün torunu hep solunaydı bunlar olurken. Gitme zamanı gelince, Meryemce döndü : “Sol yanım oldun sen de, bi bırakmadın,” dedi.  “Solaksın ya, solun senin en kıymetli elin diye solunda durayım dedim. Hem kalbin de orada ya… “  Meryemce kızarır gibi oldu, durup nefes aldı, “Adın neydi senin?”

“ Hüseyin! Yörük’ün torunu Hüseyin. “

Hüseyin daha dokuz yaşında var yok, Meryemce’ye ilanı aşkını ediverdi oracıkta.

II. BÖLÜM

-Avluya geldi mi başka kızlar daha sonra?

-Yok, kimse cesaret edemedi. Hüseyin sana ne etti, konuşsana kaç yıl oldu Meryemce?

Devamı gelecek sayıda….


[1] Şule Yusuf’un “ İçime Yazdıklarım” kitabından alıntıdır.

devamını oku