Makale başlığının bir gönderme olması dikkatinizi çekmiştir. Toplumumuzun bağımsızlık mücadelesiyle bağlantılı bir söylemi felsefe konulu bir makale için seçmiş olmam belki garipsenebilir. Ancak her eylem düşünceden başlar, daha önemlisi; zihinsel bağımsızlık, siyasi bağımsızlığın ön koşuludur. Hatta denebilir ki sürdürülebilirliğinin zorunluluğudur. Felsefe hem bireysel bağımsızlığın hem toplumsal bağımsızlığın zeminini oluştur ki toplumların yazgısıyla doğrudan ilişkilidir.
Nasıl yaşayacağımız veya nelerle karşılaşacağımız bir bakıma felsefeyle ilişkimizde gizlidir. Felsefe geleneğine sahip toplumların ve bireylerin kendilerine ve geleceklerine sahip çıkmaları konusunda gösterdikleri irade dikkat çekicidir. Türk toplumu için bunu söylemek zordur çünkü felsefeyi gelenekselleştirememiş, bir başka şekilde söylersem, ne yazık ki içselleştirememiştir. Felsefeyi içselleştiren insanlarımız elbette vardır. Birçok örnekten önce hocam Afşar Timuçin’i burada anmak isterim. Ancak bir çoğumuz için felsefe ya tanıdık değildir ya uzak durulacak bir şeydir.
Şüphesiz bunda felsefenin de katkısı olduğu söylenebilir. Öncelikle felsefe aklın yasalarına göre düşünmeyi gerektirir ki bu günlük düşünme ve alışkanlıkları zorlar. “Düşünme derin derin…” türünden öğütler bu çekingenliğin dile gelişidir. Felsefecilerin bir tahtasının eksik olduğu esprisi de tabii… Cumhuriyet kurulduğunda toplumun büyük kesiminin köylerde yaşadığı düşünülürse, sözlü edebiyat dışında bir birikimin olmadığı toplumumuzun felsefeye uzak duruşu anlaşılabilir bir şeydir. Sözgelimi, benim ailem yarı göçebe bir hayat sürmekteydi. Kültürümüzde yazılı bir birikim yoktu ki felsefi bir birikim olsun. Şüphesiz bilgece sözler ve belirlemeler vardı ama bunlar felsefeden daha çok şiire yakındır. Salt akılla değil, sezgisel akılla ilgilidir.
Tanzimatla birlikte şehirlerimizde Batı felsefesi metinleri çevrilmeye başlamış, okumuş yazmış insanlarımız felsefeyle tanışmıştır. Dönemin Avrupa kültürünün güncel eğilimleri olan Bergson’un sezgiciliği ve Marks’ın materyalist görüşleri bu çevirilerde önceliklidir. Bunlara biraz da olguculuk katılmıştır diyebiliriz. Her üç eğilim de toplumsal bilinçaltımız için pek tanıdık değildir. Bergson’un sezgiciliğinin Gazali dönemine kadar büyük bir atılım gösteren İslam felsefesine yakınlığından belki söz edilebilir. Öyle olmalıdır çünkü siyasi olarak İslamcılığı benimsemeyenler arasında Bergsonculuk hep gündemde olmuştur.
Tam da burada Anadolu Türk kültürünün ana birikimlerinden olan İslam felsefesine değinmek gerekir. Anadolu’da yaşamış düşünürler az değildir. Bu birikimi Hilmi Ziya Ülken ve Ahmet Arslan’ın çalışmaları fark etmemizi sağlamıştır. Bunların içerisinde felsefe geleneğimizin öncüsü olarak Şeyh Bedrettin’e özellikle dikkat çekmek isterim. Şeyh Bedrettin’in yasaklı Varidat’ı, hep tanrıcı bir felsefi metin olarak Türkçe yazılmış en güçlü metinlerden biridir. Yasaklı olması kültürümüzde derin etki bırakmasını engellemiş olmalıdır. Yoksa Varidat, Spinoza’nın Etica’sının ilk iki kitabıyla kıyaslanabilecek bir metindir. Hatta yer yer aynı cümlelerle karşılaşmak bile mümkündür.
Batı felsefesine odaklanmış düşünürlerimiz uzun süre bu metinle ilgilenmemişlerdir. Günümüzde bile ilgilenenlerin sayısı azdır. Hatta vakti zamanında Varidat ve Etica arasındaki ilginç benzerliği fark edince hocam Afşar Timuçin’e danışmıştım. O bu konuyu bilmediğini ama Spinoza’yı seven ve burada adını vermeyeceğim bir akademisyenin sorularımı yanıtlayabileceğini söylemişti. Ben de sorularımı yazıp mailine gönderdim. Fakat Spinoza-sever akademisyen hanım mailimi, “Titri olmayanlarla yazışmam.” diye yanıtlayınca şaşırıp kalmıştım.
Bu olaydan da anladım ki akademisyenlerimizden de felsefeyi içselleştirenler azdır. Bizde akademik felsefe, Darülfünun ’un İstanbul Üniversitesi olarak özerkleşmesiyle başladı denilebilir. Özellikle Almanya’dan kaçıp gelen felsefe hocalarının yetiştirdiği asistanlar Türk akademik felsefe ikliminin mayası olmuşlardır. Şüphesiz ki Cumhuriyetten önce de felsefe çalışmaları yapanlar vardır. Bunların içinde Baha Tevfik’i anmak isterim ama kurumsal olarak akademinin felsefenin toplumsallaşmasındaki rolü daha önceliklidir. Hayat mücadelesinden arınık olarak sadece felsefeyle uğraşmak ülkemizde ancak akademide mümkündür.
Bir Türk’ün akademi dışında felsefeyi içselleştirmesi yahut başka bir deyişle zihnini bağımsızlaştırması ve aklın yasalarıyla kendine, topluma, bilgiye ve varlığa yaklaşması hiç kolay değildir. Sadece Türkçe bilerek felsefe yapmak, zihnini varlığın doğasıyla upuygun hale getirmek ya da zihinsel bağımsızlığa ulaşmak isteyen birinin olanakları pek kısıtlıdır. Ulaşabileceği çeviri kitaplar vardır ama çevirenin insafına kalmıştır. Birçok kitap ya özet olarak çevrilmiştir yahut pek çok açıdan yanlışlarla doludur. Hatta diyebiliriz ki bu metinlerin Türkçe dışında bir söylemi vardır. Ayrıca birçok düşünürün kitabı çevrilmemiştir.
Türkçe düşünülüp yazılan metinler azdır. Telifli Türkçe felsefi metne rastlamak hiç kolay değildir. Felsefe dergilerinde yazarların, kongrelerde konuşmacıların ne demek istediğini anlamak zaman zaman güçleşir. Yabancı dili kullanmanın bir onur olduğunu düşünen bazı akademisyenler, anlatılarında anlaşılmamayı bir keyif olanağı olarak görmektedirler. KOÜ’nün düzenlediği Felsefe Günleri çalıştayının birinde hocam Afşar Timuçin, önce Türkçe ve herkesin anlayacağı bir sunum yapmış, ardından da, “Şimdi biraz da ben ukalalık yapayım,” diye akademisyenlerin kargaşık söylemiyle bildirisini dillendirmişti. Doğrusu oradaki bazı akademisyenlerin yüz hallerini gördüğümde, sevinçten doymamış yağlarım erimişti diyebilirim. Bu anıyı anımsayınca Nietzsche’nin, “Derin görünmek için sularını bulandırıyorlar…” belirlemesi gözümde canlanır hep.
Elbette akademisyenlerimizin böyle olmasının da toplumsal bir art yöresi var. Toplumumuz bir yanıyla Batıya öykünürken bir yanıyla Batıdan nefret eden karmaşık bir ruhsallığa sahip. Böyle bir toplumda akademisyenlerin bu karmaşıklıktan arınık olması beklenemez. Bu belirleme, aklın rehberliğinde zihinlerini yetkinleştirenlerin ne kadar değerli olduğunu gösterir bize… Bunlar değerlidir çünkü toplumumuzda akademi dışında felsefe kök salamadı.
Gerçi sivil hayatta zaman zaman felsefe toplulukları ortaya çıkmakta, felsefe dergileri yayımlamakta yahut Türkçe düşünerek felsefe metinleri yazılmaktadır. Bunların elbette bir sonucu olacaktır. Ama Türkçe’nin felsefe dili olamayacağı yönündeki gizil kabul ortadan kalkmadan bunların yaygınlaşamayacağı da ortadadır. Oysa Türkçe her dil kadar felsefeye uygundur. Türkçe düşünülüp yazılabilir. Daha önce Türkçe felsefe metinleri yazıldı, şimdilerde de yazılmaktadır ve gelecekte de yazılacaktır.
Belki böylece felsefeye olan önyargı kırılabilir ve zihinler bağımsızlaşabilir. Zihni bağımsız olmayanın kişi olması, kendine ait bir görü oluşturması mümkün değildir. Bir öğretinin, inancın yahut eğilimin insanı olmak pek kolaydır. Özel bir çaba gerektirmediğinden de yaygındır. Çevredeki her hangi bir öğretiyi, inancı yahut eğilimi benimseyenlere katılırsınız olur biter… Ancak bu insanın kendine, toplumuna ve yaşama sahip çıkmasını engelleyen bir edilgenliktir. Hegelci bakışın bizi doğu toplumu saymasına neden olan lidere tapınma alışkanlığımızı aşmakta zorlanmamızın nedeni de bu edilgenliktir.
Ne zaman insanımızın zihni bağımsız olur, ne zaman toplumumuzun çoğunluğu zihni bağımsız insanlardan oluşur; işte o zaman insanımız da toplumumuz da kendini, bağımsızlığını ve geleceğini koruma iradesini ortaya koyabilir. Felsefeye uzak bir insanın kendi fikirlerini oluşturması olanaklı değildir; dolayısıyla kendi olması, kendi bilincinde olması ve elbette kendini koruması ondan beklenemez. Felsefeye uzak bir insan bağımlıdır, bağımsız bir kişilik olması olanaksızdır. Benzer şekilde, felsefeyi içselleştirmemiş bir toplumun bağımsızlığına ve geleceğine sahip çıkma iradesi göstermesi de olanaklı değildir.
Gazali’yle başlayan, felsefeyi ötekileştirme ve aşağılama eğilimi otoritelerin işine gelmektedir. Bu nedenle yaygın bir geleneğe dönüşmüştür. Ancak bir Türk eğer kendinde olmak, kendi bilincinde olmak ve kendini bilmek istiyorsa, bir başka söyleyişle bağımsızlığına, yaşamına sahip çıkmak istiyorsa önce işe kendinden başlamalıdır. Kendini değiştiremeyen hiçbir şeyi değiştiremez. Kendini değiştirmekse zihnin dönüşümüyle mümkündür. Zihni yetkinleştirmenin yolu hiç kuşkusuz felsefedir. İnsan varlığın doğasına upuygun bir zihne sahip olunca özne olur ve hem kendini hem varlığı değiştirme iradesine kavuşur.
Bu açıdan bakılınca Türk’ün felsefeyle imtihanının başarısı hem bugünün hem de yarının nasıl olacağını belirleyecektir. Belki kavgayla ya da savaşla bağımsızlık elde edilebilir ama onu korumak ve yaşatmak bir zihin işidir. Yetkin bir zihin kendini de toplumu da koruma iradesine sahip olabilir. Nasıl ki Türk’ün Ateşle İmtihanı yaşamsaldı; benzer şekilde Türk’ün felsefeyle imtihanı da yaşamsaldır. İnanıyorum ki hem insanlarımız hem toplumumuz bu imtihanı başarıyla geçecektir, en azından geçmesi gerekir.