emel akbaş emel akbaş

Schindler’in Listesi

Holocaust sırasında yaklaşık 1100 insanın hayatını kurtaran Oskar Schindler’in gerçek hikayesine dayanan film II. Dünya Savaşı’nda yaşanan Holocaust’ a dair oldukça ayrıntılı bir temsil sunuyor. Gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında sayılan Schindler’in Listesi birçok yönüyle II. Dünya Savaşı ve Holocaust yapımlarından sıyrılmıştır. Film gerçekçi bir yapıt olarak nitelendirilmektedir. Bu durum ise filmin ortaya çıkış hikayesinden, kullanılan tekniklere kadar birçok ayırt edici özelliğe dayanıyor. 

Avustralyalı yazar Thomas Keneally, 1980 yılında kitaplarından birinin filme uyarlandığı İtalya’nın Sorrento kentinde düzenlenen bir film festivalinde, deri eşyaların satıldığı bir dükkâna uğramış, Keneally’nin bir yazar olduğunu öğrenen dükkân sahibi hikayesini anlatmaya başlar bu hikâye II. Dünya Savaşı sırasında Oskar Schindler isimli bir fabrikatörün dükkân sahibi karısı ve diğer binlerce Yahudi’yi nasıl kurtardığı ile ilgilidir. Dükkân sahibi Keneally’e Schindler ile alakalı belgelerin, konuşmaların ve kurtulan insanların isimlerinin olduğu bir listenin fotokopilerini vermiştir. Thomas Keneally ise kitabını 1983 yılında yayımlar. Bir süre sonra bu dikkat çeken roman sinemaya aktarılır. Filme daha kişisel bir bakış açısı katmak isteyen Spielberg soykırımdan kurtulanlarla röportaj yapacak olan ekip daha araştırmalara başlamadan önce, Polonya’ya gitmiştir. Oradayken Schindler’in kendi dairesini ve Amon Goeth’in villasını ziyaret etmiştir. Araştırmaların sonunda ise yakınlardaki terk edilmiş bir taş ocağında Plaszow kampı yeniden oluşturulmuş ve çekimler 92 gün boyunca orada sürmüştür.

Oskar bir yatırımcıdır ve parayı, gösterişi oldukça seven bir karakter çizmekte adeta bir Show adamıdır. Oskar evini ve eşini bırakmış, savaşın sunduğu fırsatlardan (!) yararlanmak adına tam da karakteriyle bağdaşan bir tutum ile Krakow’a gelmiştir. Başlangıçta savaşın yalnızca bu yönüyle ilgilenen Oskar şahit olduğu süreçlerle savaşın karanlık yüzüyle de karşılaşır. 

Kanımca karakter adına bu dönüşüm Oskar’ın bir tahliye esnasında kalabalıklar içerisinde gördüğü ve yönetmenin görmemizi istediği kırmızı montlu küçük kız ile başlar. Küçük kızın yüzündeki donuk ifade, sakinliği ve yolunda öylece ilerlemesi savaşın ifadesinin kifayetsizliğine ve siyahlığına dair bir etki uyandırmaktadır. Yine anlıyoruz ki bu andan itibaren Oskar kendi yöntemleriyle ölümle ve savaşla mücadele kararı verir.

Filme dair dikkat çeken ilk detay gerçekçi olarak nitelendirilmesi ve tarif edilmesidir. Zira yönetmenin amacı hikâyenin kendisini anlatmasına müsaade etmektir. Söz konusu tarihsel olaya dair anlatının gerçekçiliğine dair ise üzerinde durulması gereken şey gerçeklik etkisinin nasıl sağlandığıdır. Spielberg bu durumu şöyle ifade ediyor “Ben bir film yapımcısı olarak filme dahil olmadım, filmi manipüle etmeden gerçekliğin kendisini sunmasına müsaade ettim.”

Spielberg film içerisinde söz konusu gerçeklik etkisini yaratmada sanırım bir deha olarak görülebilir. Filmin geliştirilme aşamasına bakıldığında Spielberg tarafından radikal bir tutumla alınan ve uygulanan kararlar göze çarpıyor.  Filmin %40’ı el kamerasıyla çekilmiştir. Yine sabit kamera, yüksek çekim ve yakınlaştırıcı mercek kullanmadan çekim yapılmıştır. Spielberg bunun filme doğallık ve keskinlik katarak konuya hizmet ettiğini ifade etmiştir.

Filme dair dikkat çeken diğer detaylardan biri ise filmin siyah- beyaz oluşudur.  O dönem içerisinde siyah- beyaz film tercih edilen bir alternatif değil fakat anlaşılıyor ki yönetmen o döneme dair gerçekliği tam manasıyla yaşatma amacı güdüyor. Alman dışavurumculuğu ve İtalyan gerçekçiliğinden etkilenen Spielberg ve Kaminski filmin demode olmasını ve bu formatta çekilmesini istemiştir. Soykırımı sadece bunu yaşayanların tanıklığından ve siyah beyaz kayıtlardan bilen Spielberg filmin siyah beyaz olmasını daha uygun görmüştür. Ona göre filmin siyah beyaz sunulması Holocaustun kendini ifade etmektedir. Holocaust ışıksız bir hayattır. Hayatın sembolü ise renktir. Yani filmin siyah –beyaz oluşuna dair bir yorum olarak karşımıza çıkabilecek argüman filmin karamsar ruhunu ve soykırımın dehşetini daha iyi yansıtan bir atmosfer oluşturmuş ve de belgesel film izleniyormuş yanılsamasını yaratmaktadır. Bu da filmin gerçekliğine katkı yapan unsurlardan en önemlisidir. Filmi Polonya’da çekerek gerçeklik etkisini canlı tutmayı hedeflemiştir. Keza yine Spielberg’in gerçeklik etkisi anlamında en doğru girişimlerden biri de filmde star bir oyuncuya rastlanmaması ve bütün ekibin Macar ve Polonyalılardan oluşması; Alman karakterlere ise Almanlar hayat vermiştir. Bu da yine gerçeklik etkisi noktasında oldukça önemli bir ayrıntı. Filmde bir belgesel estetiği göze çarpıyor bu noktada da temsilin gerçekliği besleniyor. Öyle ki Roland Barthes’in ifade ettiği gibi adeta “tarihin balkonunda oturuyormuş” algısı yaratıyor. O denli detaylı bir temsili mevcut ki filmde aksini düşünmek, kendini kaptırmamak mümkün görünmüyor. Öyle ki bu yolla geçmişe direk erişim sağlanmış oluyor ve o anın içerisinde buluyoruz kendimizi.

Yine filmin oldukça tartışmalı noktalarından biri “temsil edilemez” bir şeyi bu denli detaylarla temsil etmesidir. Bu anlamda travmatik bir vakıayı temsil etmesi yönünden bir örneği incelememe dahil etmeyi doğru buluyorum. Bertolt Brecht, Slatan Dudov ve Hans Eisler ile Berlin’de işsizlerin umutsuz durumunu anlatan Kuhle Wampe isimli bir film çekmiştir. Birbirinden oldukça bağımsız bazı küçük parçalardan oluşan bir montajdı bu. Birinci parça genç bir işsizin intiharını gösteriyordu ve sansür yapımcılara sorun çıkarmış ve sansür kurulu temsilcisi ile şirket avukatları bir toplantı yapmıştır. Sansür kurulu temsilcisi şunları söylemiştir “Hiç kimse sizin intiharı canlandırma hakkınızı inkâr edemez. İntiharlar oluyor. Bir işsizin intiharını da anlatabilirsiniz. Ben bunları gizlemek için bir sebep göremiyorum. Fakat ben filminizde canlandırdığınız işsizin intiharını anlatma biçiminize itiraz ediyorum. Evet şaşırıyorsunuz ama anlatımınızı bana yeterince insani gelmemekte. Filminiz intiharı şu ya da bu (hastalıklı) bireye özgü olmaktan çıkarıp bütün bir sınıfın kaderi olarak tipik bir hale getirme eğilimi gösteriyor.” Görülüyor ki burada da gerçekçi bir tutumla ifade bulan her türlü olay ve olgu politik birtakım mesajlar içerdiğinden bu tür temsiller bazı kesimlerce rahatsız edici dahi bulunmaktadır. Bunun nedeni ise saf ve katıksız gerçekliğin bu denli olağan sunulması ve kabullenilmesidir.

Holocaust da travmatik yönü nedeniyle birtakım otoritelerce “temsil edilemez” kategorisinde değerlendirilmiş ve bu noktada sınırlı bir temsil anlayışı benimsenmiştir. Öyle ki filmde bir an gaz odalarının dahi içerisinde buluyoruz gözümüzü ve esasen o gaz odalarından kimse sağ çıkmadı. O anı yaşayan, o gerçekliği olduğu gibi aktarabilen kimse de bulunmamaktaydı. Kaldı ki normal hafızanın çalışma süreci travmatik süreçlerle hasar görüyor. Bu denli ani, beklenmedik bir olayla karşılaşıldığında hafıza travmatik olayı kaydetmeyi reddediyor. Zira travmatik olayı olayın yaşandığı anda deneyimlemek, anlamlandırmak imkânsız hale geliyor. Dolayısıyla hafızaya bu denli büyük bir zarar veren olayın temsili de imkansızlaşıyor. Travmatik olaylar aynı zamanda bir tanıklık krizidir. Olayın içerisinden ve dışarısından tanık bulunmadığından anlatı kurulması oldukça zordur. Bu anlamda da film oldukça problemli bir özellik arz eder. Holocaust’un bu denli yakın temastan bir izdüşümünün “katıksız gerçeklik” kisvesi altında sunulması ise dikkat çeken diğer bir ayrıntı. Bu anlamda ise karşımıza içselleştirmemiz adına bize sunulan birtakım ideolojiler görüyoruz. Her ne kadar film açıkça bir propaganda filmi şeklinde sunulmamış olsa da tüm insanlığa ait evrensel duygu ve arzular üzerinden insanı yönlendirmekte bir topluluğun mağduriyetini izleyiciye dayatarak o andan itibaren dünyanın en masum topluluğu o topluluk hissi vermektedir. Sanki biz dünün, bugünün ve geleceğin dünya insanlarının elleri kirlidir. Bu sorumluluk tüm dünya insanlarının üzerindedir. Tartışılması gereken husus da buradadır. 

Yine filmin bir kahramanlık hikayesi sunduğu görülüyor. Filmde resmedilen tüm karanlığa rağmen neredeyse mutlu bir son sunuyor seyirciye. Schindler’in Yahudilerinin kurtuluşu filmi lezzetli hale getiriyor ve odağı başka bir şeye kaydırıyor. Neredeyse milyonlarca insanın katledilişi normalleşiyor ve görmezden geliniyor. Film bir anda kurtarılanların hikayesine dönüşüyor ve neredeyse tarihin sorumluluğu yok sayılıyor. Bu da film adına problemli bir noktayı teşkil ediyor. Film oldukça yüksek bir hasılat elde etmiştir ve Amerika’ da büyük yankı uyandırmıştır. Tüm bu yönleriyle film ve temsili sunulan Holocaust Amerikan halkı tarafından öyle ki sahiplenilmiştir.

Film her ne kadar travmatik unsurlar taşıyan tarihsel vakaların temsilini zorlaştıran ve hatta imkânsız hale getiren birçok faktör bulunsa da ve belki de bu yönüyle hatalı temsiller mükemmeliyetçi gerçeklik algısı içerisinde içselleştirilse de travmatik olayların temsili de zorunludur. İnsanlık tarihinde bu denli utandırıcı ve yaralayıcı bir vakanın tam olarak temsilinin imkansızlığından ötürü olayı görünmez kılmak pek mümkün görünmemekte. Aksine insanlık adına Holocaust görünür kılınmalıydı. Bununla beraber film açıkça ideolojik unsurlar taşımaktadır ve bir milletin mağduriyeti tüm zamanlara yayılmakta ve bugünümüzü etkilemektedir. Kendi açımdan bir örnekle bunu açıklamam gerekirse tarihte kitlesel olarak dillerinden, dinlerinden, renklerinden, cinsiyetlerinden ve buna benzer herhangi bir sebepten ayrımcılığa uğrayan, sistematik şekilde ikincilleştirilen her türlü halk ve topluluk gözümde dünüyle ve bugünüyle masumlaşıyor ve tüm dünya insanları olarak bunun sorumluluğunu sırtımda hissetmeme sebep oluyor. Özellikle siyahi halkların uğradığı zulüm ve ayrımcılığın uzun tarihi, Kızılderili halklara yaşatılanlar düşünüldüğünde Amerika’nın Avrupa’da gerçekleşen Avrupalı bir ırk tarafından sistematik olarak uygulanan bu soykırımı bu denli sahiplenmesi ve gün yüzüne çıkarması, doğuda batıda tüm dünyada bu denli yüzleşilebilir ve görünür kılması samimi gelmemekte. Yahudiler elbette soykırımın mağdurudur ve bu canice kitlesel imha olayından tüm dünyanın çıkarması lazım gelen dersler vardır ve sinemada esasen bunu sağlamaktadır. Sinemanın görevi tamda budur.  Fakat ne yazık ki tüm dünyanın dersler aldığı, insan hakları söyleminin bu denli öne çıkması ve gelişmesini sağlayan bu vahim tarihi vakıadan bu zulmün mağduru ders çıkarmamıştır. Geçmişte mağduru olduğu zulmü bugün ne yazık ki kendisinden güçsüz bir halka yaşatmaktadır. Kim bilir belki gelecekte bir gün Filistin halkının da mağduriyetini anlatan, dünyayı sarsıcı tüm zamanlara yayılmış bu denli gerçekçi bir sinema filmi daha çekilir ve tüm insanlığın kolektif hafıza dehlizlerinde yerini alır.


devamını oku