emel akbaş emel akbaş

The Village

M. Night Shyamalan tarafından yönetilen The Village (2004), yönetmenin kariyerinde de önemli bir yere sahip olmuştur. Bu filmdeki başarısının ardından kariyer basamaklarında hızla düşüşe geçen Hintli yönetmen, bir süre sonra zayıf senaryoları ve başarısız yönetmenlik performansıyla “iyi yönetmenler” listesinden çıkarıldı. Shyamalan, The Sixth Sense (1999) ile büyük bir çıkış yakalayan peş peşe çektiği gerilim filmleriyle kısa zamanda ününü dünyaya duyurmayı başarmıştı. İkinci filmi Unbreakable (2000) ve ardından gelen The Signs (2002) Shyamalan”ı sürpriz finallerin yönetmeni yapmıştı. Nitekim Shyamalan, The Village (2004)’ten sonra halen devam etmekte olan bir düşüşe geçmiştir. Hatta bu gözden düşüşün başlangıcını The Village olarak kabul edenler de mevcuttur. Film, önceki Shyamalan filmlerine göre “sığ” ve “ucuz” olarak eleştirilmiştir. Oysaki The Village, dikkatli bakıldığında üzerinde uzun uzun çalışılmış senaryosuyla, yalın sinematografisiyle, James Howard Newton”ın ruhu okşayan müzikleriyle ve alayı gedikli olan oyuncu kadrosuyla hiç de dudak bükülecek bir film değildi.

The Village, ormanlarla çevrili, ıssız bir köyde bir avuç insanın mutlu mesut yaşayışını konu edinir. Herkes birbirini yakından tanımakta, düğünlerde ve cenazelerde tek yürek olmaktadır. Haftada bir kilisede toplanan köyün yaşlılar heyeti ya da diğer bir deyişle “yönetici kesimi”, ayin sonrasında toplantılar düzenleyerek dile getirilen sıkıntıları gidermektedir. Muhafazakâr bir terbiyeyle yetiştirilen çocuklara “kırmızı” dan kaçınmaları sıkı sıkı tembih edilmiştir, çünkü bu huzurlu köyün dört bir yanını kuşatan canavarlar vardır ve kırmızı, bu canavarları oldukça öfkelendirmektedir. Fi tarihinde sınırlar belirlenmiş, canavarlarla bir anlaşmaya varılmıştır: Ne onlar köye adım atacaktır ne de köy ahalisi ormana gidecektir. Gerekirse keçi, koyun gibi hayvanlar kurban edilecek, sınırı geçen kişi cezalandırılacak ve köyün düzeni tavizsiz bir biçimde korunacaktır. Ancak yaşlılar heyetinde yer alan Edward Walker (Willam Hurt)’ın akli dengesi yerinde olmayan oğlu Noah (Adrien Brody) gizli gizli ormana kaçıp kırmızı renkte çiçekler toplayarak canavarları kızdırır. Öte yandan köyün suskun ve gözü kara delikanlısı Lucius Hunt (Joaquin Phoneix), Noah’ın görme engelli ablası Ivy (Bryce Dallas Howard) ile yakınlaşır ve aralarındaki çekim bir süre sonra evlilik kararıyla neticelenir. Bu karardan hoşlanmayan Noah ise kıskançlık krizi geçirerek Lucius’u bıçaklar. Lucius’un hayatta kalabilmesi için canavarlarla dolu ormandan geçilmesi ve gereken ilaçların bir an önce ormanın ötesindeki kasabadan tedarik edilmesi gerekmektedir. Ivy”nin bu cesur görevi üstlenmesiyle köyün karanlık sırları açığa çıkar. Aslında canavarlar, yaşlılar heyetinin insanları korkutup ormanı geçmelerini önlemek için ortaya attıkları bir palavradır. Köyün yüzyıllar öncesine öykünen görüntüsüne karşın ormanın ötesinde günümüzün kentleri bulunmaktadır.

Avrupa Orta Çağ skolâstik rejiminin bir eleştirisi olan film, Batı’nın mitsel ve toplumsal altyapılarıyla beslenir. Katı muhafazakârlık, korkuyla yönetme metodu ve idari odakların gerçek kıldığı canavarları ile Avrupa’nın eski devlet modellerini fazlasıyla çağrıştırdığı ilk bakışta görülmektedir. Kilisenin toplum üzerinde nasıl hâkimiyet kurduğu ve sağduyu, hümanist bakış ile bu dogmatik ve bağnaz tutumun nasıl kırıldığı ifade edilir.

Bir alt katmanına gelindiğinde ise filmin, polislerdeki “gözcü tepeleri” ile Antik Yunan’a dair referanslar verdiği gözlemlenir. Lucius Hunt’ın adının ünlü Yunan filozofu Seneca”dan ileri geldiğini söylemek mümkün. Seneca”nın da ilk adı Lucius’tur ve felsefesinde çağdaşlarına göre daha duygusal bir yaklaşım sergilemiştir. Tıpkı toplumun dışında duran Lucius Hunt”ın suskun ve duygusal oluşu gibi. Shyamalan, filmde, Sophokles’in ünlü tragedyası Elektra’yı bir nevi tersten okuyup yorumlar. Nasıl ki Elektra’da kadın kahraman, üvey babasını erkek kardeşine öldürtüyorsa, Noah da ablası Ivy’den kıskandığı eniştesi Lucius’u benzer şekilde öldürmeye yeltenir. Aradaki tek fark Elektra, annesiyle amcasının, erkek kardeşi tarafından öldürülmesini yürekten arzularken Ivy için durum tam tersi yönündedir. Zira Shyamalan, meşhur tragedyayı kendi öyküsüne yedirirken bir yapı bozumuna gitmiş, Elektra karakterinin haleti ruhiyesini Noah’a yüklemiştir. Söz konusu tragedyanın filmle olan bir başka bağı da her ikisinde de insanın tanrılarla / yöneticilerle yüzleşmesi ve adalet arayışı içine girmesidir. 

Fakat öte yandan film, Amerika”nın 11 Eylül sendromunu, bir içe kapanışı, dünya ile tüm ilişkileri koparıp büsbütün izole oluşu da akıllara getirir ki yönetmen de bir röportajında bu görüşü destekler. Adeta yeni fakat nostaljik bir Amerikan rüyasıdır köy. Bu noktada filmdeki Noah adının da Nuh’tan, yani tufan ve tufan sonrasındaki yenidünyanın kurucu peygamberinden ileri geldiğini iddia etmek mümkün. Ayrıca bu çerçeveden bakıldığında canavarları bizzat yaşlılar heyetinin “uydurması” ve köy eşrafını bu aygıt sayesinde kontrol etme çabası da pek bir manidardır.

Tüm bu katmanların ötesinde film, merkezine kent yaşamının suçlarla ve paranın getirdiği ahlaki çöküşle doğan kaosunu alır aslında. Köyün huzurlu havasının diplerinde, orayı kuran yaşlılar heyetinin şehirde yüzleştikleri cinayetler, gasplar ve ardı arkası kesilmeyen sapkın suçlardan kaçışları yatmaktadır. Dolayısıyla insanın karanlık doğasının sağaltma çabaları mevzu bahistir. Köyü inşa eden, onu masallarla süsleyen yaşlılar heyetine göre kent, türlü azgınlığın olduğu, ahlakı yok eden paranın ise değerli sayıldığı bir yerdir, insan ise kötü bir varlıktır ve tek çare kentlerden kaçmak, ütopik bir memleket arayışına girmektir. Fakat Noah, Lucius’un karnına sapladığı bıçakla bir anda köyün kuruluş amacını derinden sarsar. Çünkü insanı suça teşvik eden şeyin ya da ahlaki bir çürümeye yönelten yegane etkenin para olmadığı su yüzüne çıkar. O güne kadar köyde hiç suç işlenmemiş, kimse öldürülmemiş, kan akıtılmamıştır.

Lucius’un bıçaklanışı, yaşlılar heyetini bir vicdan muhasebesine iter. Genel görüş, dile getirilmese de gencin ölüme terk edilmesi yönündedir. Ancak Edward, Lucius”un annesine âşıktır ve diğer heyet üyeleri gibi katı düşünemez. Ivy”e köyün ve canavarların esas sırrını açıklamasının yanı sıra ormanı geçip kente gitmenin yolunu da tarif eder. Heyet, Edward’a karşı çıkıp onu eleştirirken Ivy, çoktan yola çıkmış olur. Edward”ın, kendisini yargılayan arkadaşlarına masumiyet hakkında söylediği sözler bir nevi bir vicdan sesi, insan hayatının savunmasına dönüşür. Noah’ın canavar kostümünü giyip Ivy’nin peşine düşmesiyle heyet, insanları inandırdıkları yalanlarını devam ettirme olanağını yakalar. Fakat artık gerçekten bu yalanı devam ettirecekler midir? Film, bu soru karşısında derin bir sessizliğe bürünüp cevabı muğlaklaştırır.

The Village, korkuyu ve gerilimi, ölüm, suç ve ahlak kavramları üzerinden işler. Shyamalan’ın amaçladığı şey, basmakalıp sorulara cevaplar vermek ya da bir ütopyanın imkânsızlığını vurgulayarak kötümser bir tavır sergilemek değil gibi görünmektedir. Bilakis, ölüm korkusuyla ya da insanın insana yapabileceği vahşetlerin bilinciyle yaşamanın ne denli gerilimli olduğunu, onu çaresizleştirdiğini ve hayata yeniden tutunabilmenin tek yolunun aşktan geçtiğini göstermektir. Film, hunhar tanrılara baş kaldıran tragedya kahramanları gibi, kent insanının da suç ve vicdan psikolojisi altında yaşamaya mahkûm edildiğini vurgular. Sağduyunun, vicdanın ve hümanizmin karanlık bir dünyayı nasıl çekip çevirebileceğini gösterir.

Sinemanın gördüğü en dikkate değer bıçaklanma sahnelerinden birisiyle film, şairane atmosferi, sıra dışı replikleri ve karakterleri, ses tasarımı, tüm kartlarını oynadığı anda bile seyirciyi gerebilen zeki atakları ve kendinden emin, ağırkanlı anlatımıyla Shyamalan’ın son başarılı filmi olarak filmografisindeki yerini alır.

devamını oku