sevgi deniz sevgi deniz

Meşe Palamudu

Kirli bir camın önüne oturmuş, uzun zamandır yüzünü göstermeyen güneşin sıcaklığını hissetmeye çalışıyordu. Sırtını cama dönmüş, geceden beri sızlayan kemiklerini bir çift şefkatli ele bırakır gibi yaslandı koltuğa. Çocukluğundaki bir görüntü bu anın sessiz misafiri olarak çıkıp geldi. Kışın, bahara yüzünü döndüğü zamanlarda güneşi gören yaşlı köylülerin bir duvar dibinde sıralanışını anımsadı. Şimdi anlıyordu yaşlı bedenlerin güneşi nasıl beklediğini, asık suratlı kıştan yorulmuş ruhların güler yüzlü sıcağa olan ihtiyaçlarını. Kendini onlara göre talihsiz hissetti, bir avuç camın müsaade ettiği kadarıyla yetinmek zorunda oluşuna içerledi. Bari balkona çıkayım, diye geçirdi içinden 

Evde kimsecikler yoktu. Oğlan ile gelin erkenden işe, diye çıkıyorlardı. Torunu da okula bırakıyorlardı. Geç saatte döndüklerinde; yorgun, bitkin ağızlarından çıkan bir iki hâl hatır sorusuyla günü bitiriyorlardı. Onların hâli hep kış gibiydi ne bahar biliyorlardı ne mevsimlerin akıp gittiğinin farkındaydılar. En çok da toruna üzülüyordu. Bir yaşamın artık parçası gibi sürükleniyordu onların telaşlarının ardından.

Yavrucak, akşamları bir kedi gibi yanaşınca onun küçük pamuk ellerini alırdı nasırlı ellerinin arasına. Yorgun başını dizlerine yatırır, okşardı. Onun gün boyu yaşadığı, biriktirdiği çocuksu heyecanlarını, üzüntülerini dinlerdi. Anlattığı oyunlar yabancıydı belki ama hissiyatı tanıdıktı. İnsan çocukken hep aynıydı galiba. Fakat bu çocuktaki yalnızlığa yabancıydı. Bu kadar kalabalık bir zamanda böylesine yalnız bir çocuk olmak ne garipti.

Bu paylaşım hep en tatlı yerinde kesilirdi. Ertesi günün hengâmesi erken başlayacağından uyku için kucağından çekip alınırdı, kollarının arasına kocaman bir yalnızlık bırakılarak. Bütün gün evirip çevirip bir türlü bir yerlere sığdıramadığı o duygu gelip çöreklenirdi yüreğine.  

Her anı birbirine benzeyen günlerini düşünerek yerinden yavaşça kalktı. Küçük adımlarla bastonuna dayanarak balkonun kapısına kadar geldi. Daracık bir alandı burası ama daha çok gün ışığı alabiliyordu. Tabureye dikkatlice oturdu. Hava serindi, güneş camdan yansıdığı gibi ısıtmıyordu. Fakat bahar kokuyordu soğuk hava. O da belli ki yavaş adımlarla geliyordu usul usul. Apartmanın yanında boy vermiş, kocamış meşe ağacının dağlarındaki taze sürgünler; yeşilin en gevrek rengi ile gökyüzünü selamlıyordu. Binaların arasında sıkışmışlığın acısını çıkarır gibi maviye doğru dal budak açmıştı. Öykündü onun bu haline. İnsan ne garipti, demek ahir ömründe ağaca, çiçeğe, kuşa gıpta edebiliyordu.  Hırkasına biraz daha sarıldı serin bahar esintisinden ürperince. Gözü sardunya saksısında yeşermiş palamuta takıldı. Karganın biri, onu özenle saklamış kendinin olacak sanmış ki buraya gömmüştü. Zavallı palamut da büyük bir meşe ağacı olacağım zannıyla güneşi görmüş tepesindeki büyük dalların varlığıyla kendini bir ormanda hayal ediyor olmalıydı. Sıkıştığını fark ettiğinde yaşama heyecanı kalmayacaktı. Acıdı taze sürgüne kendisine acır gibi. Acıdı bir metrekarelik balkondaki sıkışmışlığına, evlatlarının hayatlarındaki yerinin darlığına. Onlara yük oluşuna hayıflandı. İnsan hayatın son demlerinde bir saksı darlığında görüyordu yaşamı.  Palamut gibi saklanıp yeşertilen insan dar bir saksıda olduğunu fark ettiğinde geç oluyordu tabii. Başka bir dünyanın engin yerini ve göğünü umuyordu. İnceden gelen bir ağrının göğüs kafesini yokladığını hissetti. Ne zamandır ara ara nükseden bu ağrıyı serin bahar havasına yormayı yeğledi. Palamut sürgününü okşadı nasırlı elleriyle torununun perçemlerini okşar gibi. Küçük çocuk dünyasında var olmayan geniş düzlüklerin, engin ormanların, börtü böceğin, kuşun eksikliğine hayıflandı. Usulca kalktı dar zamanların küçük balkonundan, sıkışmış göğüs kafesinin ağırlığıyla. Torununun daraltılmış binaların arasında azalmış avuç içi kadar olan parklara muhtaç oluşuna yanarak keşke, dedi keşke miras bırakabilseydim geçmişin yollarında bıraktığım yalın ayak izlerimi. Yaz gecelerinin dam üstlerindeki yıldızlı uykularını... Bir pınar başında iştahla yediği bazlama arası peyniri, süt kokan tereyağının lezzetini... Kenger sakızının kekre tadını, yeni doğmuş bir kuzunun, nevruz çiçeğinin kokusunu... Kaya diplerinden topladığı mantarların odun ateşinde pişerken çıkardığı cızırtıları...  Soğuk bir derenin sularında yüzerken yakalanan kurbağaların elde bıraktığı tırtıklı dokunuşları... Kış gecelerinde ince ince yağan karın masal perilerinin kanatlarından dökülür gibi uyku dağıttığını... Çıplak ayakla gezilen yonca tarlasındaki serin ürpertiyi...

Bütün bunları bir ipe dizip onun boynuna asabilseydi, mutsuzluğuna bir parça olsun derman olabilirdi belki. Fakat büyüdükçe azalan bir hayatın eşiğindeydi. O küçük adama teselli olabilecek bir çocukluk bırakamamanın üzüntüsüyle eksiliyordu gün gün, mevsim mevsim. 

Akşam olunca telaşlı adımlarla eve giren çekirdek aile dedelerini her zamanki yerinde pencere önündeki koltukta uyuklar pozisyonda buldular. Küçük çocuk, koşarak dedesinin kucağına atladı. Fakat iki yana düşmüş kolları onu bu kez sarmadı. Başı bir yana düşmüş bedenin soğukluğu ürperti küçüğü. Dede, dede diyerek sarstı fakat cevap alamadı. Bir avucunun sıkıca yumulu olduğunu fark etti sonra. Minik parmaklarıyla merakla açmaya çalıştı kasılmış nasırlı parmakları. Neden sonra dedesinin açılan avuç içinden bir meşe palamudu düştü.

devamını oku