Sessizliğin sesini duyacak kadar derindi yalnızlığı…
Bundan birkaç yıl öncesinde böyle bir sükûta kesin “huzur” derdi. Şimdi biliyor huzursuz bir sessizlik olduğunu… Dingin günlerde dinç olur insan böyle pelte gibi eli ayağı kalkmaz olmaz… Kirpi gibisin der bazıları ona… “ Sevmeye bile yaklaşsa biri sana dikenlerini fırlatıyorsun. Hiç sevmediler mi seni… Kızgınlığın, öfken Moğol ordusu gibi… Bu davranışların bana değil, geçmiş deneyimlerinin sana öğrettikleri farkındayım, biliyorum… “
Herkes her şeyi biliyor onun hakkında güya. Bildikleri, bilmediklerinin kapısına kadar bile gelemiyor oysa… Gelse biri eşiğine kadar buyur etmez mi… En azından bir kere… Bir dener, bir tartar; bir tas ayran, çay, bir şey ikram eder taa buralara kadar geldi diye…
Ne değerli herkes böyle… Ne çok biliyor herkes herkesi… Bir kendini bilmek eksik yanlarında, o da bu devirde olmuyor mu…
Sabahın fersah fersah ağarışına uyanır, dakika dakika göğe bakar… Ne zaman doğduğunu bilmese de bir sabaha doğduğunu bilecek kadar aydınlığı sever. Karanlığın derinlerinde düşünce ve duygu dünyasında yolculuklar yapmayı da… Bir uykuyu sevmez kendini bileli… Odasına erken çekilir. Bu yüzden uyur sanır insanlar da… Uyumak onda derin, huzursuz kaşıntılara neden olur. Uyku ona haram mı… düşündü… belki… layık değildi… belki… uyku ölüm gibiydi… belki… fazlası gereksizdi… belki… Bu illüzyon dünyada suret olmayı kabul ediyordu sonunda…
Düşünme bu kadar, diyorlar düşünme…
Akletmez misiniz diye cevap veriyor…
Kötüyle anladığı dilde konuşmalısın, diyorlar…
İçimdeki çocuğu öldüremezsiniz, diyor…
Kızıl bir gün batımının güzelliğine, kuşların kanat çırpışlarına, tohumun çatlayıp kök salışına, kıştan sonra gelen bahara… bundan ötürü hayret ediyor hala…
Sık sık güzel günler göreceğiz çocuklar diye geçiriyor içinden… Tam burada aşk ve Nazım geliyor aklına… savaş ve aşk… çatışma ve aşk… Mutluyken, tek düzeyken hayat şiir yazılamıyor muydu da Nazım hep ortalığı karışık tutuyordu… Bu tür karışıklıklar bu yazan taifenin kalemine mi hizmet ediyor ki gönül sarayının sırça köşklerini şangırdatmaktan korkmuyor, bu tehlikeli sularda Cem’in sarayında Kıpçak güzeli muhafızların canlarıyla dahi oynuyorlardı… Yazmak bu kadar mı efsunlu… Bu kadar mı…
Su bulanıkken avlanmayı da bilmiyor... Bu yüzden şair yahut yazar olamasa da yazanların yanında olmayı, onların ruh dünyalarına vakıf olmayı, kelimelerle oynayışlarını hayranlıkla seyretmeyi seviyor… hele hele yazdığı gibi olanları… Rus edebiyatını belki de sırf bu tutarlılığından sebep başka tutuyor… Tolstoy evet ama Dostoyevski olmazsa bu dünyada tek kurtlu kafa kendisi sanacak… demek var kendisi gibi kafasının içinde guguk kuşları ötenler… Anna Karanina öldü, diye kendine gelemeyenler… Kırgız steplerinde Aytmatov’un kaleminde yıllarca Dişi Bir Kurt olup gezenler… Gurur ve Önyargılara rağmen zamanın tüm tabularının dışında özgür ve özgün bir kadın olabilenler…