Böyle böyle büyüdü kafamda bu düşünce; ay gibi, gecenin içinde; böyle böyle kesilip gitti katırın soyu.
Ormanın içinde sessiz adımlarla yürüyordum. Kış iyice bastırmıştı. Her adımımda bembeyaz karları çamura karıştırıyor, ardımda açık kahverengi izler bırakıyordum. Av bittiğinde aynı izlere geri geri basarak dönecektim, böylece beni takip etmeye çalışan biri, ormanın bir yerinde birdenbire kesilmiş bir yürüyüşü takip etmiş olacaktı. Karlar izler üzerine yağıp, onları boşlukla bir edene kadar elbette. Yarı aç yarı tok, yarı var yarı yok, ilerliyordum bir geyiğin peşinde.
İlkbaharda her yer yemyeşil olur, otlar senin dostundur; fakat kış sere serpe bir düşmanlığın gözler önüne serilmesidir. İnsan ile dünya yarıştadır, kaçış yoktur. Ayaklarıma yün çoraplar da giysem, üstüme deriden ve kumaştan bir kalkan da yapsam, dünyanın soğuğu bir delik bulup derime nüfuz etmenin yolunu buluyordu. Hava çetindi.
Ağaçların kabukları ıslanıp donmuş. Birinin dibinde artık buzdan bir heykele dönmüş küçük gri bir kedinin cesedi var. Dünya kendiyle dans eden çocuklarına dahi acımamış, ona karşı gelenlere nasıl acısın? Hava hafiften kararıyor. Bu noktada sırf eli boş dönmeyeyim diye ilerlemeye çalışmak, kendi ölüm fermanımı yazmaya benzer, aç kalacak olsam da, dönmem şart. İzlere basa basa, geri geri giderek, tahta kulübeme dönüyorum.
Acımı çekmesi için bir başkasına veremem. Huzursuz günlerimi geçirsin diye bir başkasına evcil hayvanımmış gibi emanet edemem onları. Önümdeki şöminede yanan, üst üste dizilmiş odunları izlerken, yitişlerinin nasıl da hislerimin yitişine benzediğini düşünüyorum. Kül dolu bir şömine kadar soğuk ve isli kalbim, bir zamanlar cayır cayır yanan odunlarla harlandığından şimdi kasvetli ve kara görünüyor böyle.
Kulübenin köşesinde duran, isten kararmış çalışma masasının çekmecesinden sararmış bir mektup çıkarıyorum. Zarfından özenle çıkarıp, okumaya başlıyorum:
“On ekim,
Hayatımın ışığı da yitti, ısısı da. Şimdi günler, soğuk bir karanlığın ortasında, zaman nehrinde sürüklenerek boşluğa düşüyorlar. Ulaklar mektupların Borborin’deki tundralara kadar kazasız belasız vardığından emin değiller. Oraya kadar varsa bile muhattabına ulaşacağının garantisini vermiyorlar. Göndermek de çok pahalı. Sana, bir ihtimal, hiç ulaşamayacak bir mektubu yazıyorum şimdi. Kelimeler o kadar hafif, hüznüm o kadar ağır ve yaşam o kadar geçici ki; zaman zaman okuduğum lanetler kulaklarına gelse ne, gelmese ne; diye düşünüyorum. Bir yükü bırakıp, bir başkasını sırtlanmak, hafiflemek değildir, bunu neden hiç anlamadın?
Kabran öldü, Ahab kral oldu, iki kilo domates bir zara satılıyor artık. Bunları bilsen ne, bilmesen ne. Kendini kapattığın dünya mahzeninde bir şarap gibi yıllanıyorsun. Kimsenin içmeyeceğini bile bile lezzetleniyorsun. Zehir gibi günlerden şifa bekleyen, seni affetmemden öte, unutmamı isteyen buruk sevgimin ellerinin yetişemediği karlı bir hapiste kendi kendini çürütüyorsun. Hayatının resmini soluk renklere bezensin diye güneşin çatına koyan ahmak bir ressamsın, renklerin gözümü almıyor eskisi gibi, zaman geçiyor.
Belki sana hiç ulaşamayacak mektubumu bitirirken, belki hiç okuyamayacağın bir şiir yolluyorum yanında, elveda.
‘Günler soluk renkli kırlangıçlar gibi,
Yitip gittiler uçarak göğün gözünden,
Irmaklar gibi akıp gider yenilenir anılarım,
Bir baraj gibi suyunu biriktiren gönlümden,
Usandım artık, açtım kapaklarımı.
Akıp gitsin anıdan ırmağın suyu,
Başlarken bitmişti zaten katırın soyu.’”
Mektubu özenle zarfa yerleştirip, eski yerine bıraktım. Şöminenin ateşine daldım yine. Hayat, mutlu hayat; çok görülmüş bana, bunu anladım.
Yarın, yine aynı izlere basıp, aynı avın peşinden koşacağım. Üç yıldır mevsimlerin akışıyla değişen, yine de aynı yatakta akmaya devam eden bir ırmak gibi sürükleniyorum zamanın içinde. Bir sevgiden kaçıp, bir saklanışa yakalandım. Lanet olsun; tüm avlarına; karlarına; kışlarına ve ırmaklarına cihanın.
Başlangıçta bittim, doğarken ölüydüm; katırın soyu gibi, var olduğum an yok’a karıştım. Sürmemeye ilerliyorum. İzsiz, ıssız, soğuk bir yaşam benimki. Ayak izlerimde geri geri yürüyor gibiyim, kimse beni bulsun istemiyorum.
Karlar tane tane yağıyorlar, izlerimi kapatıp, beni kendimle bırakacaklar. Olsun varsın, av bitmedi daha, yarının ne getireceğini, kim bilebilir cihanda?