şule yusuf şule yusuf

Ayşe Ebemin Pekmez Kazanı

Yaşadıkça öğreniyorduk. “Tamam, oldum artık” dediğin yerde yeni bir ders başlıyordu. Yorulmak eylemi bu dünya için yaratılmıştı belki de. Hem denmiyor mu burası tarla, ekip diktiklerimizin ceremesi ahirette, diye. Bir çiftçinin mütemadiyen ömrü boyunca toprağı boş bırakmaması ve gayret etmesi gibi ruh tarlasını ekip biçmeli herhalde.

Zaman geçiyordu…

İçime yazdıklarım taşıyordu, Ayşe ebemin pekmez kazanı gibi. 

Ayşe ebemin hikâyesi öyle eski ki taa Yemen Harbi zamanı… Benim bilmemim imkânsız olduğu yıllar. Babamın dedesi bizimle yaşıyordu. Onunla büyümüştük. Bize ne çok hikâye aktarmıştı atalarımızla ilgili. Kim de bunlardan ne kaldı ne kadar kaldı bilmem ama benden çıkmadığı kesin. 

Ayşe ebem, Yusuf dedemle evlenir, yaş muhtemelen on beş yoktur bile. Daha birkaç ay olmuş mudur bilinmez Yusuf’u askere alırlar. Yemen’e diye çıkar, hangi cephede kalır bilinmez. Dönmez… ölüm haberi de gelmez… Muhtemel esir askerlerden veya ordunun getiremeyip bıraktığı neferlerden, ‘Yemen’e gitti, dönmedi’ dediklerinden. Meraklı bir torun olarak nüfustan düşürülmesinin Cumhuriyet’ten sonra yapıldığını gördüm. Hiç mi aramamışlar ki… hiç mi haber edememiş? Bilmiyorum, bilmiyorlar… Bazen aklıma Yemen’de kalan askerlerimizin orada evlenerek oluşturdukları Türk Mahallesi ve tek kelime Türkçe bilmeseler de kendilerini Osmanlı torunu olarak tanıtılanların anlatıldığı belgesel geliyor. Büyük büyük dedem, güzel bir çocuk olmalı, muhtemelen çocuk olarak da öldü. Kim bilir, yirmisini gördü mü…

Ayşe ebem gebedir… Fakirlik, yokluk diz boyu, gariplik serde. O yaşta genç bir kadın… şimdilerde çocuk gelin… eşi cephede… kendi başka bir köyden. Sahip çıkılmış mıdır hakkıyla gelin geldiği yerde(?) Ayşe, oğlu Mehmet’i yoksulluğun ve yetimliğin içine doğurur. Köyün yarısı Yusuf’undur da sahipsiz kalınca çöker üzerine yıllar yıllarca diğer akrabayı taallukat. Bir taşlı tarla verip öldürmezler ama güldürmezler de Ayşe ile oğlu Mehmet’i. Kaç kuşak sonra tapuda Yemen’den dönmeyen Yusuf’a çıkınca köyün tarlaları, yüzyıllık yoksulluk hikâyesini dinleyen bilmem kaçıncı kuşak torun ben, yandım da yanarım hâlâ dedem Mehmet’in yoksulluğuna, garipliğine. Babam Yusuf’a annem değdirmedi asırlık mevzu olmuş tarlalara “Sen yalnızsın Yusuf, vuru verirler bir yerde,” dedi. Gözü kara babam benim ömrümde gördüğüm en söz dinler haliyle bıraktı asırlık haksızlığı. Açgözlülük etmemek adına belki. 

Bu aile saltanat soyundan gelseydi asla taht kavgası yaşanmazdı. Çok kız çocuğu, tek oğlan sürüp gidiyor kuşaklardır. Şu dünyada kaç kişi var yedi sekiz kuşak geçmişini sayan: Ben! Memetoğlu Yusuf, Yusufoğlu Memet, Memetoğlu Yusuf, Yusufoğlu Memet, Memet Yusuf, Memet… Ebeler Ayşe… hikayeler Yemen, hikayeler yoksulluk, gariplik… 

Kıvır kıvır siyah saçlı, atık kaşlı, biçimli burunlu, kirpikleri tek tek kudret elinden kıvrımlı bal köpüğü gözlü erkeklerle; beyaz tenli, orta boylu, gülünce inciler saçan, yokluğun içinde bile kar beyaz sabun kokulu kadınların hikâyesi.

Ayşe ebem belki hamile… değilse de gencecik henüz… topladığı üzümlerden pekmez etmekte. Yokluk diz boyu…Zaman seferberlik yılları… Ayşe ebemin köy meydanında” Taşıyor, taşıyor!” diye dört döndüğü hikâye ben yaşamışım gibi gözümde canlanıyor… Kazandaki azıcık pekmez dolup dolup taşıyor. Her tencere her kap doldurulmuş ama pekmez durmuyor. Ayşe ebem köyü dört dolanıyor: Taşıyor, taşıyor! Varıp bakıyorlar ki Ayşe doğru söylüyor lakin insanların sırra ermesiyle pekmez bereketini çekiyor.

Derler ki: Hızır uğrarmış o gün bu gündür bizim eşiklere. Kimimizin cenazesine, kimimizin askerde nöbetine, kimimizin tenceresine, kimimizin kalemine illa birimizin de düşüncelerine…

Rahmetle…

devamını oku