aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

nostalji kokulu samatya ile yedikule

“Kahve mu hazirsa, geleyi mu Ayse?”

- “ Üse kadar sayazağım. Saklanmassaniz sobeleyezegim.”

 Yukarıdaki konuşmalardan ipucu verdiğim üzere, bu seferki güzergahım Ermeni ve Süryanilerin iç içe geçtiği buram buram nostalji yudumlayabileceğiniz  Samatya ile Yedikule adlı iki kardeş semtimiz.

Genelde İstanbul gezileri yaptığımızda tarihi yarımadanın belli başlı yerlerini ziyaret ederiz. Efendim… Sultanahmet, Gülhane, Fener, Balat, Ayvansaray, Beşiktaş, Kadıköy, Moda, Haliç kıyılarını gezince tüm tarihi yerleri görmüş gibi hissederiz. Lakin İstanbul’da daha nice gizemli, görülmeyi bekleyen mekânın olduğunu görmeyiz.  

İşte ben de bu tespitten yola çıkarak, geniş çaplı bir araştırmanın sonunda Yedikule ile Samatya’yı köşe bucak gezmediğimi fark ettim. Hemen buraları bana anlatarak gezdirecek bir tur firması ayarladım.  

Sabah 07.00’de Marmaray Kazlı Çeşme durağında buluşup benim gibi gezgin ruhlara sahip insanlarla tanıştıktan sonra, Bizans’ın kalbine doğru heyecanlı yolculuğumuz başladı.


İlk durağımızın Bizans Dönemine ait “Altın Kapı” olacağını söylüyor mikrofonik sesli rehberimiz. Sesi, beni derinden etkileyen rehberimiz Sabih Bey’in aynı zamanda bir müzisyen olduğunu öğreniyorum. Altın Kapı’yı maalesef uzaktan görüntüleyebileceğimizi, yerinde Yedikule Mezarlığı olduğunu sözlerine ilave ediyor Sabih Bey. Tabii o anda içimi bir ürperti sarmadı desem yalan olur. Dağlara tırmanan keçiler gibi atlaya zıplaya mezarlıkta düz bir alana gelene kadar ilerliyoruz. Kolay mı tarih tutkunu olmak? “Düz duvara tırmanacaksın” deseler, onu bile yaparım. Altın Kapı, surların en dış alanında yer aldığından ulaşması oldukça zor. Sırasıyla; Altın Kapı, ortada uçuruma benzeyen Yedikule Bostanları, yanında bizim bulunduğumuz yine uzun duvarlı mezarlıktan oluşan geniş bir alanda kurulmuş mezarlık.

Bu sistem şu sebeplerle böyle oluşturulmuş: Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan savaşlarda askerler surlara tırmandıklarında önce içi kaynar yağlı havuzlarla kaplı alana düşüp ölüyorlarmış. Tırmanmayı başaranları ise mezarlığın yer aldığı alanda her daim nöbet tutan okçuların oklarıyla hazin bir ölüm bekliyormuş.

Tatlı bir sonbahar gününe savaş stratejilerini karıştırmak pek neşeli olmasa da sevimli rehberimizden bu bilgileri de öğrenmemiz yine de hoşumuza gidiyor. Altın Kapı demişken, mermerin kesme taşlarla sımsıkı kucaklaşmasının hakim olduğu muhteşem kapıdan da gözlerimi ayıramıyorum.  Bir an gözlerimi kapattım. Bizans İmparatoru Theodious’un bembeyaz atının üzerinde, entrikanın gözbebeklerinin derinliğine işlediği gözleriyle altın kapıdan geçerek bana doğru geldiğini hayal ettim.


Korku rüzgârı tüm benliğimi sardı. Ben titremeye başlayınca, rehberimiz gizemi daha çok arttırmak adına, başladı kaşık büyüsünü anlatmaya. 

Kaşık büyüsü mü? Oda neyin nesi şimdi? Ben, çabucak burayı terk etmeyi düşünürken yine garip bir efsanenin kucağına düşüvermeyeyim mi? Hatta kaşık parçalarını toprağın üzerinde görünce, tahmin ederseniz ki yüzüm Altın Kapı’nın mermerinden bile daha beyaz oldu. 

Kaşık büyüsünün hikâyesine gelince, eskiden insanlar sonsuza kadar birlikte olmasını istedikleri kişiler için iki tane tahta kaşık alırlarmış. Kaşıkların üzerine isimleri yazarlarmış. Sonrasında kaşıkları birbirine dönük olarak sıkı sıkı bağlayarak mezarlığa gömerlermiş. Ama durum tam tersine de dönebilirmiş. Birlikte olmasını istemedikleri insanlar için kaşıkları ters çevirip bağlayarak mezarlığa gömerlermiş ki bu kişiler bir daha bir araya gelemesin.

Turdakilerden bazıları, “hâlâ yapan var mı,” diye sormaya başlayınca, rehberimiz, yüzüne yayılan sakin gülümsemesiyle, bilmediğini artık Yedikule’nin içlerine doğru yürümemiz gerektiğini söyledi. 


Geldiğimiz yoldan ilerleyerek, Yedikule’nin kaybolmaya başlayan aralara gizlenmiş cumbalı evleri, yıkık dökük konaklarını fotoğraflayarak ilerliyoruz.

Tren yolu sırasında köşeyi kaplayan” Hepşen Bakkaliyesi”’ne gelince duraklıyoruz. Bakkalliyenin yanında da iki katlı konaktan bozma küçük kahvehanede kahve, çay molası veriyoruz. Az önce korku filmini aratmayan Altın Kapı gizeminden sonra burası hepimize çok iyi geliyor.


Bakkaliyenin içine giriyorum. Gözlerim şekerlemeleri, jelatin kaplı çikolataları, bilyeleri arıyor. Çocukluğumda özellikle bayramlarda rahmetli dedem ile babaannemden aldığım harçlıklarla Bakkal Osman Amca’dan aldığım şekerlemeleri hatırlıyorum. Gözlerim nemleniyor. Şimdilerde bakkalların savaşı kaybedip marketlere yerini terk ettiği yerlerde “Hepşen” adı altında böyle bir bakkalın olması mutlu ediyor beni. İsmi de ne kadar güzel, öyle değil mi: Hepşen Bakkaliyesi… Her zaman neşe dolu bir bakkal.  Gerçekten sahibi güler yüzlü ve esprili. “Sise gasozu ikram edeyi mu?” diyerek ortalığa ışık saçan bir kahkaha patlatıveriyor. Hepimiz gülmeye başlıyoruz.  “Fotograf çektimek paral,”diyor demesine de kıyamıyor bizlere. “Tamami, çekinis.” 

Hepşen Bakkaliyesine veda edip mola için derme çatma kahvehanede soluğu alıyoruz. Rehberimiz, daha çok gezecek yerimiz olduğunu söylüyor.

Kimimiz içeride kimimiz küçük sandalye ile masaların tren istasyonu ile bakkaliyenin arasında serpiştirildiği yerde oturuyoruz.  Yanımıza simitçi de yanaşınca keyfimiz iki katına çıkıyor.  Simit, çay, tren istasyonu, Hepşen Bakkaliyesi…     

Bu mutluluk dolu yerden hiç ayrılmak istemiyorum lakin daha çok keşiflerim olacağından dolayı da oldukça neşeliyim. Tren istasyonunun kenarından, Yedikule sokaklarının kesif rutubet kokusunu içimize çeke çeke, Suryanilere tahsis edilmiş Demiryolu İşçileri Kilisesine ulaşıyoruz. Kilisenin bu ad ile anılmasının sebebi;  Sultan Abdulaziz’in Avrupa hattına bir tren yolu döşemek için Fransa ile anlaşır. Planlanan tren yolu yapımında çalışmak üzere, Fransa’dan gelen işçilerin ibadetlerini yapabilmeleri için küçük bir kilise inşa edilir. Fakat  tren yolu yapımı yarım kalır, işçilerde Fransa’ya dönerler. Kilise, uzun bir zaman boş kalınca Süryaniler kiliseye sahip çıkarlar. Böylece bu kilise bu adla anılmaya başlanır.


Kilisenin içinde biri Meryem Ana’yı biri de Aziz Yusuf’u anlatan iki adet heykel yer alıyor. Daha önce gördüğüm kiliselerden farklı Aramice yazılmış bir İncil görülmeye değer. Aramicenin, çok eski ve normal hayatta Süryanilerin sık olarak kullandıkları bir lisan olduğunu, ilave olarak Arapça gibi sağdan sola doğru yazıldığını öğreniyorum. Bu ilginç, bir o kadar da gösterişli kiliseden ayrılarak yolumuzu Narlıkapı’ya çeviriyoruz.  Bizans imparatoru II. Theodious’un bu seferde bu kapıdan sahilden giriş yaptığını söylüyor rehberimiz. 

Kapının önünde fotoğraf faslından sonra Kocamustafapaşa balıkçı barınağında yer alan Balık Müzesine gidiyoruz. Balıkçıların tuttuğu küçücük, değişik balık türlerinin yer aldığı doğa tarihi müzesinde mercanlar, ahtapotlar, deniz atları ile başlıyoruz denizlerin dibini keşfetmeye.  Dışında da ağlarını tamir eden balıkçılarla masal tadında bir sohbete dalmayı da ihmal etmiyoruz.  Onlarla kimi zaman deniz tanrısı Poseidon’un sarayında yosun çayları içip, kimi zaman dehlizleri andıran karanlık sularda canavarlarla heyecan dolu savaşlar yapıyoruz.


Ardından sahilde bulunan Surp Hovannes Ermeni, Ortodoks kilisesinin yolunu tutuyoruz. Çok kalabalık olması sebebiyle fazla ayakaltında bulunmamak adına içindeki ilgililerden bilgi alıyoruz. Pazar günü ayininden farklı olarak, yılda bir gün özel bir ayin düzenlendiğini söylüyor yetkili bizlere. Bana ilginç gelen simsiyah cübbesine bürünerek Ermenice ayin düzenleyen papazdı. Kendimi Ortaçağ’ın dev katedrallerinden birinde, böyle bir dini törende bembeyaz kıyafetlerle gezerken hissettim. Papaz, geniş kalabalığın büyüsüne kendini kaptırmış, konuşuyor da konuşuyordu. İçeride değişik ambiyans insanı içine doğru çekiyordu. Kilisenin dışına çıktığımızda da özel kağıt poşetlerle etli ekmek dağıttıklarını gördük. 

Bende dahil olmak üzere tüm turdakiler, acıktıklarını söyleyince rehberimiz, Studios Manastırından sonraki durağımızın Samatya meydanı olduğunu, Manastır, yol üzerinde olduğundan kısacık bir anlatımdan sonra doğruca balık veya arzuya göre kebap yiyebileceğimizi de sözlerine ilave ediyor. 


Studios Manastırının iç kısmının ziyaretine maalesef izin verilmiyor. Studios Manastırının en eski Bizans dini yapısı olduğunu  Aziz İoannnas Prodromas’a adandığını, Osmanlı döneminde ise yapının İmrahor İlyas Bey tarafından camiye çevrildiğini öğreniyorum. 

Yokuşu çıkınca film setlerine ev sahibi yapmış Samatya bizlere “Hoş geldiniz” diyor sevinçle. 

“Yuppie, yemek saati” diyerek, sevinçle bir o yana bir bu yana koşturmaya başlıyorum. 

Samatya, meydanının sarıp sarmalayan balıkçı lokantaları ile “İkinci Bahar” dizisinin çekildiği Ali Haydar, Develi Restoranının sıralandığı, nostaljik görünümü  karnımın doymasına vesile  oluyor. Turdaki birkaç arkadaşım ile Matya balıkçısına oturuyoruz. Mevsimine göre, hamsi, palamut, istavrit üçlüsünden oluşan öğle menümüzü afiyetle yiyiyoruz. Yemek sonrasında ise önce Ali Haydar’ı görmek umuduyla kebapçının önünde en renkli pozlarımızı veriyoruz fotoğraf makinesine.  Ardından derme çatma, daha çok ahşap binaların sıralandığı meydanı geziyoruz.   


Rehberimizin “Dibek kahvesi içmek isteyen var mı,” sorusu, zaten kahveye deliler gibi sevdalı olan beni, koşar adımlarla Matya Cafe’nin önüne atmaya yetip artıyor. Kafe, ahşap bir binanın üst katında; kendilerinin oturduğu alt katında ise Türkan Şoray fotoğrafları, deniz kabukları, eski plaklar ile düzenlenerek Ermeni ailenin işlettiği bir mekan olarak göz dolduruyor.


Kahvenin yanında likör ikram edilerek servis yapılıyor. Orta yaşlı bir kadın,  elinde kahve cezvesi tüm gün kahve tepsisi ile dolaşıyor masaları.  En çok kahve ücretini öderken zorlandım. Bir türlü anlaşamadık onlarla. Ben, “Ne kadar ödeyeceğim,” dedikçe garipçe yüzüme bakıyorlardı. Sonunda parayı gösterince, uzlaşmayı başardık. 

Samatya’dan ayrılmayı hiç istemesem de Arkadius Taşı ile son durağımız olan Cerrahpaşa Cami’ni de görmemiz gerektiğini söylüyor rehberimiz Sabih Bey.


Samatya’nın Rum, Ermeni ,Türk, oryantal Batı karışımı kokusunu içime çeke çeke yürüyorum. Sokaklarından geçerken “Av Mevsimi” filminin bir setine ev sahipliği yapmış olan Sefa Meyhanesi’nin önünde duruyoruz ve başlıyoruz Cem Yılmaz’ın söylediği “Hayde gidelum hayde,” şarkısını söylemeye.

Sokakta yürüyenlerin şaşkın bakışlarına aldırış etmiyoruz.  Kendimizi kaptırmış filmin müziğine kim tutar bizi? Ardından yavaş yavaş bana göre, dünyanın en dar kitapçısının önüne geliyoruz. Sahafın doğuştan kör olduğunu, sorduğunuz herhangi bir kitabı hangi rafta bulabileceğinizi söyleyebildiğini öğreniyorum.

Dükkanın içine sadece bir veya iki kişi girebiliyor. Zira dönmeye kalksanız, diğer kişiyle burun buruna geliyorsunuz. Kör sahafın yüzündeki hüzünlü, umut dolu gülümsemeyi görmek her şeye değer.

Arkadius Sütunu ile bir zamanlar “Avrat Pazarı” olarak adlandırılan dar bir sokaktan içeriye giriyoruz.  Sonuç ise hayal kırıklığı ve muz kabuğu ikilisi…  


Bizans İmparatoru Arkadius’un kendi adına yaptırdığı yetmiş metre yüksekliğindeki sütunun üzerinde imparatorun düşmanlarına karşı yaptığı  seferler ve zaferleri anlatan kabartmalardan günümüze maalesef hiçbir şey kalmadığını duyunca üzülüyorum. 

Bir de bir efsanesinin olduğunu öğreniyorum. Efsaneye göre, bu sütunun üzerinde peri yüzlü bir heykel duruyormuş. Bu heykel, yılda bir kez kıyamet koparırmış. Onun bu feryadını duyan yeryüzündeki ne kadar kuş varsa heykelin önünde dönmeye başlarmış. Onun çığlık şeklindeki kıyametine dayanamayan kuşların binlercesi, yere düşüp ölürmüş. Halk ise bu kuşları toplayıp yermiş. Şu sıralar devasa büyüklükteki sütun, evlerin arasında sıkışıp kalmış haline feryat ediyor.

Sütuna veda ederek, Cerrahpaşa Camisinin yolunu tutuyoruz. Tamamen kesme taşlarla inşa edilmiş, tipik Osmanlı mimarisi örneklerini yansıtıyor bu camii. Sultan III. Mehmet Döneminde bir süre sadrazamlık yapan Cerrah Mehmet Paşa tarafından yaptırıldığı, bilgisini aldıktan sonra caminin sade çinilerle kaplı gösterişli görünümünden etkilenmemek mümkün değil. 

“Hayde gidelüm hayde,” türküsü eşliğinde, Ermeni, Rum komşularımızla vişneli likör ile kahve içmek ya da bir elinde kebapları ocak başına atarak lezzet şölenine davet eden Şener Şen’i görmek, Bizans dönemine doğru entrika ile gizemin iç içe geçtiği tarihi bir yolculuğa çıkmak isterseniz, durağınız mutlaka Yedikule ile Samatya olmalı. 

devamını oku