şener aksu şener aksu

İlişkisel Mi Varoluşsal Mı?

Bu dünyada yarım yüzyıl geçirdim. Yarım yüzyıl kendini tanımak için iyi bir olanak, insanı tanımak için de öyle… En azından bir bakış açısı oluşuyor olan bitene karşı ve bu bakış açısı eğer sorgulanmazsa insanın zihnine yapışıyor. Önyargılar oluşturuyor, algılananı da bozuyor fikirleri de. Bu yüzden deneyimlerimi de sorguluyorum, bildiklerimi de…

Uzun süredir ayrımına vardığım ama kavramlaştıramadığım bir gözlemimle uğraşıyorum.  Bazı arkadaşlarım ilişkilere daha duyarlı, daha çabuk alınıyor yahut ilişkilerdeki değişiklikler hayatlarını daha derinden etkiliyor. Öte yandan bazı arkadaşlarım ilişkilerdeki değişimlere daha dayanıklı. Bu genel ikili eğilime neden olan ruhsallığı çözümleyecek durumda değilim. Onu ruhbilimciler kavramlaştırabilirler. Ben daha çok bunun zihinsel kökenleriyle ilgilenmekteyim. Bu iki genel eğilimin altında yatan zihinsel bir neden olduğunu gözlemliyorum.  

Bu eğilimlerin zihinsel olduğunu düşünmemin nedeni, ilişkilere karşı aşırı duyarlı olan arkadaşlarımın bir kısmının, özellikle felsefe okumalarından sonra ilişkilere karşı daha dayanıklı olmalarını fark etmemdir.  Eğer zihinsel dönüşüm ilişkilere olan duyarlılığı etkiliyorsa, ilişkilerin karmaşıklığının kaynağı olarak zihnimizi görmemiz doğru olacaktır. Belki Afşar Timuçin’in felsefeyi bir sevinç olarak görmesini de bu açıdan değerlendirmemiz gerekir. Felsefe, insanın kendini ve varlığı apaçık kavramasını sağlayabilir. Zihnimizin düzenlenmesini gerçekleştirebilir. Böyle olmakla kendimiz ve ilişkilerimize yönelik tutumumuz değişebileceğinden söz edebiliriz. Bu tartışmayı kavramlara ve ilkelere götürebiliriz. 

Eğer insanlar hayata karşı iki farklı tutum içindeyseler, öncelikle bu tutumları kavramlaştırmalıyım.  Sürekli ilişkilerden sevinç ya da üzünç duyan, ilişkilerle hayata tutunan, ilişkilere aşırı duyarlılığı belirgin tutumu, ilişkisel bir tutum olarak belirleyebilirim. Bu tür insanlar hayata ilişkileri üzerinden tutunmayı önceleyen insanlardır diyebilirim. Daha net olsun diye, hayatı ilişkiler üzerinden kavrayanlar  diyeceğim. Ama bu çok uzun bir tanımlama olur. En iyisi bu tavırdaki insanlara “İlişkisel insan” diyelim.   

İlişkisel İnsanın içselliği değil de dışsallığı öncelediklerini söyleyebilirim, çünkü ilişki dışa yöneliktir, dışarıdakine yöneliktir. Eğer önceliği dışarıya vermişse bir zihin, buna göre değerlerini düzenleyecek, buna göre hayatı kavrayacak ve anlamlaştıracaktır. Diğer insanlarla ilişkilerine öncelik veren birinin, sıfatları önemseyeceği açıktır. Onlar için kişilikten daha çok bir başkasının sıfatı önemli olacaktır. Elbette kendilerinin de kişiliğinden çok sıfatı, yani ilişkilerdeki konumu ve değeri önemli olacaktır. Demek ki ilişkisel insan, sıfatların insanıdır. Sıfatlarla insanların tanıştırılması yahut sunulmasının altında yatan da hayata karşı bu tutumdur.  

İlişkisel insanın sevinç kaynağı ilişkiler olduğundan, eylem ve etkinliklerinden kendinin emin olabilmesi için bir başkasının onaması, alkışlaması veya beğenmesi gerekir. Eğer bir başkası onamıyorsa, asla yaptıklarından emin olamaz veya sevinç duyamaz. Hatta bir başkası beğenmediğinde bütün benliğiyle üzüntü duyacaktır.  Bu nedenle yapıp etmeleri, üretimleri hep dışarısının beğenisini önceleyen alanlara yönelecektir. Böyle olmalıdır çünkü içsel bir bütünlükten yoksun olduğu ve dışa karşı koruması olmadığından, dışardan gelen olumsuz her türlü etki bütün benliğini alabora edecektir. Bu yaşam sevincini ortadan kaldırır. Buna dayanmaları da pek olası değildir, çünkü bu tür kişilikler kapısı penceresi olmayan ev gibidirler, dışardan sıcak geldiğinden bahara dönüşürler, soğuk estiğinde kışa… Demek ki ilişkisel insanın en belirgin özelliği dışarıya karşı savunmasız olmasıdır.

Dışarıya karşı savunmasız olan bir kişiliğin hırslı olması pek muhtemeldir, çünkü toplumsal ilişkilerde bir başkasını geçmek, benzerlerinin beğenisini kazandıracak ve onu sevindirecektir. Önemli bir sıfatı elde etmek onun için yaşam kaynağı olacaktır. Hırs, bitmez tükenmez bir enerji ister. Geçilecek onca insan, başarılacak onca yol ve elde edilecek onca sıfat vardır. İşin kötüsü her zaman kendini geçebilecek, ondan daha başarılı olabilecek ve ondan daha iyi sıfatlara sahip birileri vardır. Yoksa bile olma olasılığı vardır ve bu ilişkisel insanın huzurunu bozar. Bu nedenle ilişkisel insan asla huzurlu değildir olsa olsa sevinç patlamaları yaşar ama hepsi kısa sürelidir. Ruhsal iklimi çalkantılı olacaktır; aynı gün içinde hem derin sevinçler hem derin üzüntüler yaşayabilir. 

İlişkisel insan için “ahlak” aykırı bir biçimde öncelikli alandır. Bu alan ilişkilerin zemini olarak algılandığı gibi başkalarını aşağılama olanağı olarak da görülür. Ancak aynı silahla sık sık vurulduklarından aslında ilişkisel insan ahlakla,  kendini anlama olanağı olarak değil de başkalarını “yargılama” olanağı olarak ilgilenirler. İlişkisel insan, “dedi kodu” yapmaya en uygun kişiliktir. Dedi kodu onun yaşam kaynağıdır bile denilebilir. İki kişilik sehpaya “fiskos” denmesinin altında yatan bu eğilimdir. Başkalarının özel hayatıyla ilgili bilgiler hakkında duyduklarından gönenir ve büyük sevinç duyar. Bu sevincin kaynağı kendisi hakkında böyle ileri geri konuşulmamış olmaması değil, bu konuşmalarda başkalarının aşağılanma biçimidir. Aslında bu karmaşık bir tutumdur. Özellikle ünlüler hakkındaki dedikoduları hevesle dillendirip başkalarıyla paylaşırken, dedi kodu edilen biri olmaya yönelik aşırı bir tutku duydukları gözlenebilir. İlişkisel insanın dedi koduyla olumlu ya da olumsuz derin bağları vardır. 

İlişkisel insanın nesnelere karşı da edilgen bir konumu vardır. Para ve onun simgelediği toplumsal güç nedeniyle ilişkisel insanların parayla ilişkileri dengeli değildir; ya savurgandırlar ya da cimridirler. Dışsallığın beğenisini temel aldıklarından moda ve genel geçer eğilimlere oldukça tutkulu yaşarlar. Modayı takip etmek için temel gereksinimlerinden ödün bile vermeye razıdırlar. Bu bazı sıfatları elde etmek için de yapılır ve bazen toplumsal konum için de… Sadece temel gereksinimlerinden vaz geçmezler aynı zamanda kendi değerlerinden de vazgeçerler. “Dizimde oynatayım” esprisinin yaşamsal karşılığı bu nedenle güçlüdür.  21.yüzyılda bile soyluluğun insanlar için gizil bir önem taşımasının altında yatan da bu yanılsamadır. Elitçi siyasi ve toplumsal tutumların altında bu yanılsamanın izleri görülebilir. 

İlişkisel insan için zindan yalnızlıktır. Bu yüzden ya ilişkilerini bozmamak için gereğinden fazla ödün verirler yahut yeni ilişkiler kurmak için can atarlar. Kendi kendilerine kalmaktan nefret ederler. Hep birileriyle ilişki içinde olmak için olanaklar yaratırlar.  Bu nedenle ilişkisel insan bir anlamda bağımsız değil bağıl insandır. Başkalarıyla olan bağları içinde kendini kavrar. Başkalarının varlığıyla kendini anlar ve anlamlaştırır. Bu bağlanma nesnelerle de ilgilidir. Nesnelerle kendilerini tanımlarlar, nesnelerle kendilerini ifade ederler.   

İlişkisel insan eleştiriye kapalıdır. Kulakları sadece övgü duymak ister ve ilişkileri bozulduğunda tamamen çöküntü yaşarlar. Bu yüzden sık sık “depresyona” belirtileri gösterirler hatta depresyon ilaçları kullanırlar. İlişkiler asimetrik olduğundan her zaman bozulmaya eğilimlidir ve bu ilişkisel insanın ip üzerinde yürüyen bir cambaz gibi sürekli odaklanmasını gerektirir. Bu yüzden ilişkisel insanların bedenleri de gergindir; masaja karşı özel ilgileri vardır. Masajın içgüdüsel toplumsallaşmaya dayanan yönü de bu ilginin nasıl güçlü bir eğilim olduğunu anlamamızı sağlar.  

Hayata ilişkisel değil de varoluşsal olarak tutunmak da olasıdır. Bu tür insanlar öncelikle kendilerini gerçekleştirmeye odaklanmışlardır. Dışarıda olup bitenden çok kendilerinin ne yaptıklarıyla ilgilidirler. İzlemek yahut izlenmek yerine yapmayı öncelerler. Bir işi yaparken ruhsal sevinç duyarlar. Sevinçlerinin kaynağı dışarıdakilerinin beğenmesi yahut önceliği değil, kendilerinin beğenisi yahut önceliğidir. Dolayısıyla içsellikleri temel alırlar. Bu tür hayata tutunanlara varoluşsal insan diyeceğim. 

Bu tür insanları, ömürlerinin önemli bir bölümünü ilişkisel insan olarak geçirdikleri için ilişkilere olan duyarlılıklarından tamamen arınık değildirler. Üstelik ortak değerler yerine bu tür insanlar kendi değerlerini üretip ona göre yaşarlar. Dolayısıyla ilişki biçimleri de özgündür. Bu da başlı başına bir zorluk yaratır. Etrafları sadece kendi gibi varoluşsal insanlarla çevrili değildir; dolayısıyla ilişkisel insanlarla da ilişki kurmak zorunda kalırlar ama bu konuda son derece başarısızdırlar. Sık sık ilişkileri bozulur. Gerçi bu bozulmadan derin kaygı duymazlar ama varoluşsal insanların daha az insanla ilişki kurduğu söylenebilir.  Bu tür insanların yalnız kaymaya eğilimleri vardır. Kendileriyle kalmaktan sakınmazlar. Bu ilişkisel insanların anlamadığı bur tutumdur ve sık sık yanlış anlaşılmalar doğurur. Demek ki varoluşsal insanın en büyük sorunu toplumsallaşma ihtiyacıdır. 

Varoluşsal insanları harekete geçiren kaynak içsel nedenlerdir. Kendi eksiklerini gidermek için uğraşmak başkalarıyla ilişkili değildir ve buna azim denir. Azim hırsa göre daha güçsüz bir güdülemedir ama süreklidir. Dolayısıyla azimli insanların istikrarlı bir çalışma hayatı olur. Öte yandan varoluşsal insanlar sürekli bir gelişim halindedirler. Bu nedenle yıllara göre kişiliklerindeki gelişim fark edilebilir. Öte yandan dışsallığa karşı korunaklı olduklarından daha huzurlu bir hayat sürerler. Sakinlikleriyle dikkat çekerler. Özel bir neden yoksa (söz gelimi sağlık sorunları yahut ölüm gibi) genel olarak neşelidirler. 

Varoluşsal insanın sıfatlarla ilgisi zayıftır. Bu nedenle kapasitelerinin altında bir toplumsal konumda yaşarlar. Toplumsal konumlarıyla ilişkin uğraşlarının yanında, kendileri için de uğraş alanları ve zamanı ayırırlar. Toplum ilişkilerden kurulduğundan, kendi yaptıklarıyla sevinç duysalar bile, toplumsal bir varlık olarak bu sevinçlerini paylaşacak insanlara ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden varoluşsal insanın en temel açmazı, anlaşılma sorunudur. Genel olarak anlaşılmaz çünkü toplumsal beklenti ve davranışlara uymaz. Bu yüzden başkaları tarafından sürekli yargılanır ve yanlış anlaşılır.  Varoluşsal insanın bununla baş etmesi zordur. Bu nedenle kimileri toplumdan uzak bir yaşantı benimser, kimileri kendilerine benzerleri çoğaltmaya çalışır. 

Varoluşsal insanın içsel tutumu, kendinin dışarıdan algılanmasına yönelik özenini güdükleştirir. Bu nedenle genellikle özensiz giyinirler, dağınıktırlar, yaşadıkları yerleri ve kullandıkları araçları işleve dönüktür. Bu bir yanıyla dikkat çekmelerini engeller ama öte yandan diğer insanların huzursuzluğuna neden olur. Kendine benzemeyen birinin varlığı insanın kendinden şüphe etmesini doğurur ve bu yüzden bu özensiz giyim yahut tutumlar çevresinde huzursuzluk yaratır. Varoluşsal insanın üstlendiği toplumsal rolleri benimsemesi olanaksızdır. Bu yüzden aile kurup yürütmekte, iş hayatındaki statülerle başı derttedir. 

Eleştiriye açıktırlar ve öğrenmeye yönelik eğilimleri baskındır. Bu tutumları varoluşsal insanın çözümcülüğünü artırır. Sorunlar karşısında duygusal çalkantı yerine çözüme odaklanırlar. Bu yüzden sanki onların sorunları yokmuş gibi algılanır. Öte yandan varoluşsal insanlar kendine özgü insanlardır ve başkalarının da kendine özgü olmalarını kabullenirler. Dolayısıyla varoluşsal insanlar hoşgörüye ve olasılıkçılığa daha yakındır. Siyasi anlamda demokrasiye daha yakın olan kişilik varoluşsal kişiliktir, çünkü bağımsızdır. 

Varoluşsal insanın benliği gelişkindir. Eylem ve etkinliklerini, isteklerini kendinde bulur. Dolayısıyla kendi istediği gibi yaşamanın yollarını arar. Bu ilk bakışta bencillikle karşılaştırılır. Bencillik daha çok ilişkisel insanın doğasına uygundur; çünkü bencillik başkalarının eylem ve etkinliklerini, istek ve arzularının kendisini hesaba katarak yapması demektir. Oysa benlik, kendi eylem ve etkinliklerinin kaynağı olarak kendisini görmektir. Bu yüzden sık sık bencillikle suçlanır. Bu yanlış anlama hayatı boyunca yakasını bırakmaz. 

İlişkisel insanla varoluşsal insan arasındaki temel ayrım zihinseldir. Neyin öncelikli olduğu konusundaki bir karara dayanmaktadır. Eğer başkaları (bir başka açısından toplum) öncelikli olarak görülürse, bu durumda ilişkiler her şeyin önünde gelecektir. Eğer insan kendini öncelikli görürse, bu durumda kendisinin gelişimi her şeyin önünde gelecektir. İlişkileri önceleyen insanın ilişki kurmak için sınırlarının açık olması, ortak ilkeleri zihninin temel ilkesi olarak kabul etmesi, ortak bilgi, ortak kültür, ortak akıl yürütmeye katılması gerekir. Ağırlık merkezi insanın dışına çıkar böylece ilişkisel insan haline gelir. Kendini önceleyen insandaysa kendi değerleri, kendi aklı, kendi kültürü öncelikli olacaktır. Toplumla ya da başkalarıyla bu değerler çerçevesinde ilişki kuracak, ilişki kurup kurmanın koşularını kendi belirleyecektir. Bu ancak zihnin yeniden yapılandırılması, düzenlenmesiyle mümkündür. Demek ki varoluşsal insan olmaya geçişin ilk başlangıcı özeleştiridir. Bildiklerinin, değerlerinin ve eylemlerinin doğru olup olmadığı sorusunu sorabilme cesaretidir. Bu cesaret bilmeye dayanır, öğrenmeye dayanır. Bu nedenle diyebilirim ki zihni öğrenmeye açık olanlar, özeleştiri yapabilenler, soru soranlar ilişkisel insandan varoluşsal insana doğru evrilecektir. 

devamını oku