“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı, bahçede yalnız”
Gecenin derin sessizliğinde yer altından gelen bir uğultuyla uyandık. Beton duvarlar tarifi mümkün olmayan bir sesle inlerken binalar beşik gibi sallanıyordu. Dolabın kapakları zangır zangır titriyor. Eşim “deprem oluyor!” diye bağırıyordu. Korkunç bir gürültü. Koridorda duvarlara çarpa çarpa yürüyoruz. Şimdi durdu duracak diye kendi kendimizi teselli ederken daha da hızlanıyordu. Bir türlü durmak bilmiyordu ki kendimize gelelim. Bilinmeyen bir güç hıncını alacağı birinin yakasından tutmuş da sallıyor gibiydi binayı. Elektrikler kesilmiş, her taraf karanlığa bürünmüştü. Tam ümitlerin bittiği, İçimde var olan yaşama arzusu ölümün soğuk yüzüyle karşılaştığı bir anda arabanın frenine basma hissi gibi kuvvetli bir darbenin ardından sarsıntının durduğunu hissettik. Henüz olayın şaşkınlığını üzerimizden atmamıştık ki merdiven boşluğundan yükselen insan çığlığı ve çocuk ağıtları tıpkı alarm sesi gibi bizi adeta dışarı çağırıyordu. Can havliyle bağırarak apartmandan boşalan insan seline bizlerde karıştık. Göz gözü görmüyordu. Kalabalığın içinde nereden geldiğini bilmediğimiz bazı ışıltıların alaca karanlığıyla nihayet kendimiz dışarı atabildik.
İnsanlar apartmanlardan kaçmaya devam ediyordu. Mahşeri bir kalabalık, bağıran, çağıran feryat eden çocuklar. Kalabalığın arasında yaşlı bir amca yardım istiyor “ beşinci katta hastam var İçerde kaldı!" Canını kurtarmanın telaşıyla üzerine rasgele bir şeyler alıp çıkan aynı binada yaşadığımız çoğu insanı tanımakta zorlanıyordum. Hava soğuk, bir yandan da yağmur durmaksızın yağıyordu. Üzerimde pijamayla dışarı çıktığımı anladığımda dünyevi gözümün de açıldığını fark ettim. Birazcık olsun bilincim yerine gelmişti, şimdi daha net düşünebiliyordum. Çevremdekilere yardım etme duygusuyla yakınlarımı aramaya başladım. Karşımda her duyduğum sese sevinirken cevap alamadığımda ise içimdeki binanın duvarları bir bir çöküyordu. O anın şiddetini sorgulamak isteyenler ne kadar büyük bir felaketle yüzleştiğini kendi kalbinin ritmiyle çoktan ölçmüştü.
Sabah şafak sökerken her şey yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. 7.7 büyüklüğündeki deprem; Kahramanmaraş, Kilis, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya ve Hatay'da büyük yıkımlara yol açmıştı. Yanı başımızda Antakya merkezde, İskenderun da, Dörtyol’da çok katlı binaların, tarihi birçok caminin, kilisenin ve kültürel miraslarımızın bir bir yıkıldığını gördükçe olayın ne denli büyük bir felakete yol açtığına gözyaşları içinde şahit olduk. Deprem doğal afetler içinde en beklenmedik anda ortaya çıkan ve önceden hiç haber vermeden gelen yıkıcı gücünü bir kez daha göstermişti.
Yıkılan her enkazın başında yakınlarının kurtarılmasını çaresizce bekleyen, feryat figan eden insanlar, Duvarın altında kalan çocuklarını çıkarmak için elleriyle enkazı kazan babalar. Ortalık kıyamet günü gibi. Bir yandan artçı sarsıntılar devam ediyordu. Deprem şokunu bir türlü üzerimizden atamıyoruz. Kimi arabasına sığınıyor, kimi bir ağacın duldasına, kimileri de yaktıkları ateşin başında ısınmaktan ziyade kendi içinde yanan ateşin közünü söndürmeye çalışıyor gibiydi. Hayat normal seyrinin dışına çoktan çıkmıştı. Her tarafta bir koşturmaca yaşanıyordu. Yanlarına cüzdanını dahi alamadan çıkan insanlar benzin bulsa parası yoktu, parayı bulsa bu defa benzin yoktu her ikisini bulduğunda ise gidecek yol yoktu. Her yerde bir izdiham Trafik allak bullaktı.
Depremi yaşamak kader olabilir lakin kötü binalar yapmak, çarpık kentler üretmek kaderimiz olamaz "Biz her insanın kaderini, kendi çabasına bağlı kıldık." (İsra 13) Çoğu zaman bilimden uzaklaşarak doğru yer seçimi yapmayı ihmal ettik. Birçok şehrimizde inşaat rantına yenik düşerek içi yaldızlı bedeni çürük binalar yükseldi. Alt yapısız yükselen bu çok katlı binalar ışıltılı aydınlığının yanında asla örtbas edilmeyen karanlık yüzünü göstermekten kaçınmadı. Binlerce insanımızın canına mal oldu. “Deprem öldürmez çürük bina öldürür” tezine bir kez daha şahit olduk.
Gönlümüzü bir türlü susturamıyoruz, aklımız hep enkaz altında yardım bekleyen canlarımızda. Hatay mali müşavirler odası başkanı sosyal medyada “Size Hatay’dan sesleniyorum demeyi ne çok isterdim, ne yazık ki o şehir şimdi tamamen yok oldu. Binlerce insanımızı kaybettik, bunlardan otuza yakını meslek mensubumuz “ diye feryat ediyordu. Gelen her kötü haberle bir kez daha yıkılıyoruz.
Amanos dağının eteğinde yaşayan bir doğa dostu ise telefonun öbür ucunda ağlayarak şöyle sesleniyordu. “Aşağılara baktığımızda şehrin ışıkları bize bir şenlik gibi gelirdi, söndü şimdi o ışıklar, komşusuz kaldı gönül bağımız.”
Bir başka yürek acısı: Yıkılan binanın altında kalan evladının cansız bedeninin başında enkazın altındaki elini tutarak gün boyu bekliyor. Yüzünde dingin ama aklın düşündürdüklerini geride bırakan bir teslimiyet hali vardı. Hava mı soğuk, ellerin mi, yoksa hayat mı? Yaşanılan onca acının karşısında vakarından bir şey kaybetmeyen acılı baba çocuğunu depreme kurban verirken o derin bakışlarıyla günün en sessiz vaazını da veriyordu…
Her şey bir anda yok olup gitti, evler, arabalar, eşyalar ve üzerinde hayalini kurduğumuz nice umutlar.
Binlerce canımızı yaşanılan onca tarihi mirasıyla beraber bir şehrin bedenine sarıp toprağa defin eyledik.
Yorgunuz lakin ümitsiz değiliz, küllerimizden yeniden doğacağız. Hilal ve Haç’ın aynı avluya devrildiği bu kadim şehrin tarihi değerlerini yine düştüğü yerden yeniden ayağa kaldıracağız.
Gün batarken, akşam karanlığını üzerimizi örtüyor kurtarma çalışmaları tüm hızıyla devam ediyordu. Enkaz başında hane sahipleri nefeslerini tutmuş hala yakınlarından bir müjdeli haber bekliyordu.
“Bu binayı yapan usta, içinde yârim hasta, aç kapıyı suna boylum, güller verem deste deste.”
Aklım duracak gibi, gönlümde bir türlü cevabını bulamadığım keşmekeş duygular Ülkemin birçok şehri çarpık kentleşme sonucu yerle bir olurken,
YAPILAN HATA’YA MI YANAYIM, YIKILAN HATAY’A MI?
6 Şubat 2023/HATAY