Yıldızlar hareket etmiyordu. Oysa başının üstüne bütün bir gök; kopmuş, dökülmüştü. Onlarda ise bir kıpırtı dahi oluşmamış, ince bir titreşim belirmemişti ışıklarında. Lacivert kubbe kaskatı kesilmişti. Hayata dair bütün renkler kristalleşmiş, çiğ taneleri gibi pul pul dökülmüştü. Bütün bunlar olurken tek bir yıldız dahi göz kırpmamış, bir uçtan bir uca kayıp imdadına kapı aralama- almıştı.
Nasıl oluyordu da insan, hiç öngörmediği bir ana toslayabiliyordu. İçine ait ne varsa dumura uğramıştı. Hayat aynası parçalanmış, bütün görüntüler tuzla buz olmuştu. Ona düşen, şimdi bu cam kırıklarının üzerinde boylu boyunca uzanmaktı.
Daha çocukken yıldız haritalarını okumayı öğrenmişti. Gökyüzünün her gece başka bir şiir yazdığını dedesi öğretmişti ona. Şiir gibi az konuşur, çok şey söylerdi yaşlı adam. Semanın pırıl pırıl olduğu gecelerde, dağınık saçlı küçük başını dedesinin koca dizilerine koyardı. Nasırlı ellerin saçlarında dolaşması öksüzlüğünü bir nebze olsun unuttururdu. Yaz gecelerinin serin dağ meltemleriyle ürperen çocuk yüreğini, dize dize göğe yükselen mırıltılar teskin ederdi. Böyle gecelerde gökyüzü çok hareketli olurdu. Yıldızlardan biri, kaydı mı yabancı bir korku içini kaplardı. O zaman, merhametli o kucağa biraz daha sokulur, bir dağın kuytu mağarasına saklanır gibi sığınırdı ona. Nasırlı parmaklardaki yonca kokusu saçlarına o yıllarda sinmişti. Hâlâ ne zaman bir korku hissetse, şefkate ihtiyaç duysa nereden geldiği belli olmayan taze bir yonca kokusu burnunda tüterdi.
Böyle akşamlardan rengini hiç kaybetmemiş bir fotoğraf dururdu zihninde. Bahçe duvarından sarkan, yaramaz çocuk başlı mor salkımlar... Başka hiçbir renk, hüznü ve neşeyi böylesine bir arada barındıramazdı ona göre. Gece, bir lacivert bir mora dönerken yıldızlar ışık oyunlarıyla yeryüzüne göz kırparlardı.
İşte yine etrafını aynı his sarmıştı. Hazırlıksız yakalanmanın vermiş olduğu şokla ne yaşadığını idrak edemiyordu: soğuk metalik bir zaman; soluk, bulanık bir aydınlık; damağında acı, kekre bir tat... Bir daha, bir daha başlayan ama hiç bitmeyen, hep kendi içinde devinip duran bir kâbusa hapsolmuş gibiydi. Oksijeni yetersiz bir atmosferi solumaya çalışıyor, ciğerlerini bir türlü ihtiyacı olan havayla dolduramıyordu. Nemli yapış yapış bir hisle çevrilmişti bütün bedeni. Hareket etmeye çalışıyor ama bunu başardığından emin olamıyordu.
Bu, diş tedavisinde ağzın uyuşturulmasıyla oluşan durumu hatırlattı ona. Dudakların kocaman olduğunu hisseder, ağız salgısının dışa doğru aktığını zannederdi ya insan. İşte böyle bir algıyla kaplanmıştı bütün varlığı. Gerçi varlık duygusuyla hissettiği arasında büyük bir uyumsuzluk ve çelişki vardı. “Yok, yok... Gerçek olmayacak kadar kötü bir şey yaşıyorum, “ dedi içinden. En son yaşadığı anla şimdiki zaman arasında bir kopukluk vardı: Kahvesini yudumluyordu evinin balkonunda. Masada sevdiği birkaç kitap... Bahçeden sulama fıskiyelerinin sesi ve keskin bir reçine kokusu... Sonrası yok. Beyni uyuşmuş, ne şimdiki durumu algılayabiliyordu ne de aradaki zaman diliminde yaşadıklarını hatırlayabiliyordu. Bir filmin kopmuş şeridinin parçasıydı öncesi. Sonraki parçayı bir türlü birleştiremiyordu.
Bakışlarını güçlükle üstündeki hareketsiz birkaç yıldıza çevirdi. Yön duygusunu kaybetmişti aslında. Tepesine baktığını zannediyordu fakat alaşağı olmuş mekan duygusu onu yanıltıyor da olabilirdi. Evet, yıldızlar hâlâ hareket etmiyordu. Hava soğuk mu sıcak mıydı, mevsim neydi, günlerden hangi gün, saatlerden hangi saatti?
Cevabını bulamadığı sorularla zonkluyordu beyni. Boğuk bir sessizlik kulaklarını tıkamıştı ve kuvvetli bir basınç duyuyordu kafasının içinde. Hiçbir sesi algılayamıyordu. Vücudunda sadece göz kapakları hareket edebiliyordu. Birer külçe ağırlığındaki göz kapakları hayatla bağlantısını kuran tek kapıydı. Bu kapının iç tarafında yonca kokulu nasırlı eller, dışında ise kıpırtısız birkaç yıldız vardı.
Derin bir nefes almak istedi ama küt bir ağrıyla göğüs kafesi acı içinde kaldı. Her seferinde öncekini unuttuğu için yeniden ve garip bir şokla tıkanıyordu. Bu kez birkaç damla gözyaşı eşlik etti çektiği acıya. Kat kat büyümüş, uyuşmuş bedeninde şaşırtan bir rahatlama hissetti. Ilık, tuzlu damlalar şakalarından kulak içlerine doğru aktı. O zaman beyni, sırtüstü yattığına kanaat getirdi. Bunla birlikte ellerini kullanamadığını fark etti. Kulak içlerine dolan yaşları silmek istedi fakat elleri yok gibiydi ya da yok muydu acaba? Uzuvlarının hiçbiri varlıklarına dair bir sinyal vermiyordu.
Gözlerini kapatıp yine kapılarının ardına sığındı. Bu kez iç tarafta onu çocukluğuna ait bir kırkikindi yağmuru bekliyordu. Yemyeşil meralarda otlattığı sürünün ardından eve döndüğü bir akşamın hatırası onu kucaklamıştı. Çıngırak ve zincir seslerinin çocuk neşelerine eşlik ettiği yolda aniden bastıran ılık bir yağmurda ıslanıyordu. Sırılsıklam giysilere aldırış etmeyen umarsız bir çocukluk... Saçlarından damlayan, şakaklarından ılık ılık kayan yağmur damlalarının şefkatli dokunuşunu hissetti. Ve bitimsiz bir karanlık...
Uyandığında beyaz parlak bir ışıkla afalladı. Yıldızlar üzerine inmiş olmalıydı. Bir kaç kez gözlerini kırpıp açarak ışığı algılamaya çalıştı. Bu kadar yakın olabilir miydi gökyüzü? Karanlığın dibinden ne ara yıldızların burcuna çıkmıştı. Bütün ağırlığı kaybolmuş, tüy gibi hafiflemişti. Geriye sadece bir yaz akşamının yağmurla ıslanmış toprak kokusu ve nasırlı parmakların yonca kokulu dokunuşları kalmıştı.