İnsan
bazen bir söz duyar, bir yazı yahut kitap okur ya da bir türkü veya şarkı
dinler, bir film seyreder, bir resim görür, bunlar onu alır, taa eski yıllara
–belki çocukluğuna- götürür. Zihin dünyasında bambaşka çağrışımlar yapar. Hayal
dünyasında süratle konaktan konağa seyahat eder. Kâh hüzünlenir kâh neşelenir.
İnsan budur; bir kararda duramaz.
Çocukluk
ve gençlik yıllarımın bir Anadolu ezgisinde halk ozanı şöyle der:
“Bir
kararda durmayalım
Gel
gidelim dosta gönül.”
Her
gönül, bir başka dost gönül arar.
Meselâ,
köyde doğup büyümüş birisi olarak ben, öyle biriyim. Hayalen ve fikren eski
zamana çabuk giderim. Çocukluğumdaki köyü, sokakları turlar, eski zamanların
eskimeyen insanlarını hayalimde yâd ederim. Film şeridi gibi derler ya, öyle
geçerler gözümün önünden. Hayal hanemin duvarında asılmış görürüm, siyah beyaz
eskimiş, kasketli resimlerini.
Suya
hasret kalmış, çatlamış toprak üzerine hani birden yağmur yağar da damlalar
düştüğü ilk dakikadan itibaren ortalığa mis gibi toprak kokusu yayar ya…
Toprağın o kendine özgü kokusu bile insanı alır, geçmişe götürür. Ben kendimi,
işte böyle bolca toprak kokuları almış şanslı insanlardan sayarım. Toprağı da
kokusunu da severim.
Medya
deyince, aklımıza gazete ve radyonun geldiği dönemde, hemen her evde bir radyo
bulunurdu. Anadolu’nun her köşesinden ezgiler yükselirdi. Türküler, şarkılar
bizi söyler bizi anlatırdı. Yurttan
Sesler, Solo ve Koro Türküler, Türk Sanat müziği, Türk Hafif müziği, Şarkılar, Arkası
Yarınlar, her cuma sabahı radyodan dinlediğimiz Köroğlu Destanı ve daha neler
neler. Yozlaşmanın değil kendisi, kokusu bile henüz köyün sınırlarına
ulaşmamış, insanlar bugünkü kadar yozlaşmamıştı. Şimdilerde iki elin parmakları
sayısınca da olsa numunelik yaşayan köylüler vardır oralarda. Onlara rast
gelir, konuşmalarına kulak verirseniz, eskimeyen eskilere dair neler
neler duyarsınız.
Evet,
kabul etmek gerekir ki, yokluk yıllarıydı yaşadığımız o eski günler. Hayat,
zahmetli ve meşakkatliydi. Ne var ki, bunca zahmetin içinde huzur ve mutluluk
esintilerini iliklerimize kadar hissederdik. Hatta huzurun tecessüm ettiğini
gözümüzle görür, kulaklarımızla duyar, uzatsak, ellerimizle tutar gibi olurduk.
Demek “zahmette rahmet vardır” sözü, bir hakikatin ifadesiymiş. Bu sözün
ifade ettiği anlamı şimdilerde çok daha iyi anlıyorum. Hem dünü hem de bugünü yaşamış
bir insan olarak.
Ya
bugün? Maddi-manevi pek çok sıkıntılar yaşamakla birlikte, düne oranla, varlık
yıllarını yaşadığımızı söyleyebilirim. Ama, dünkü yokluk içinde
bulduğumuz huzuru, bugünkü varlık içinde bulabildiğimizi söyleyebilir
miyiz? Şahsen ben, söyleyemem.
İtiraf
edeyim ki, sosyal yaşantı olarak, (maddi anlamda) dedelerimizin, ebelerimizin
ve kısmen babalarımızın imkanlarıyla kıyas edilmeyecek bir yaşam ortamındayız.
Fakat bu yaşantı ve imkân içinde, onların huzur ortamını yakalayabildiğimizi
söylemek -bana göre- çok da gerçekçi gelmiyor. Peki, size?