Efsaneye göre, M.Ö. 658 yılında Megara Kralı Byzas, Yunanistan’ın Korent Kanalı dolaylarından kurtulmak için yeni bir yer arayışına gitti. Bu yerin neresi olmasıyla ilgili danışmak için Delphi Tapınağının rahiplerine danıştı. Kahin, bulunduğu yerde sallanmaya başladı, yere bir takım işaretler yaptı. Ardından Kral’a dönerek:
“Tanrılar, Körler Ülkesinin karşısına yerleşmenizi uygun görüyor!” dedi. Bunun üzerine Byzas:
“Peki, doğru yere geldiğimi nasıl anlayacağım?” diye sordu.
Kahin:
“Oraya ulaştığınızda Tanrılar, size bir kartal gönderecek” dedikten sonra sustu.
Byzas ve kavmi, vakit kaybetmeden yola koyuldu. Uzun süren yolculuklarının ardından Sarayburnu yakınlarına geldiler. Buranın güzelliği onları derinden etkiledi. Hatta karşılarında yer alan ülkenin körler ülkesi olabileceğini bile düşündüler. Çünkü Byzas: “Karşı taraftaki insanlar nasıl olurda böyle bir güzelliği keşfedemezler, bunlar kör olmalı,” dedi.
Gün neşeli kahkahalar eşliğinde yerini gizemli kardeşi geceye bırakırken, Byzas’ın tepesinde bir kartal belirdi. O zaman kral, kahinin söylediklerini hatırlayarak, şehrini burada kurdu.
Efendim, işte Kadıköy’e, mitolojik hikâyeye göre, ismini veren Körler Ülkesine, diğer bir deyişle Khalkedon’a, oluyor bu sefer ki yolculuğum.
Byzas, Körler Ülkesi Khlakedon dediği ülkenin şimdiki halini görse çok büyük haksızlık ettiğini anlardı. Kadıköy, tarihi evleri, akide ve diğer şekerlemelerin tadına bakabileceğiniz şekercisi, modern görünümü, kiliseleriyle göz dolduran bir semtimiz.
Kadıköy seyahatimi anlatmaya başlamadan önce ulaşımı hakkında bilgi vermek isterim. Eminönü, Beşiktaş ve Kabataş’tan simitlerinizi alıp çaylarınızı yudumlayarak keyifli bir yolculuk yapabileceğiniz gibi metrobüse binerek kara şimşeği kıskandıran bir hızla da varabilirsiniz bu modern ilçeye.
Sıcak bir yaz gününde gezmeye karar verdiğim Kadıköy’e ulaştığımda ilk durağım Caferağa Şekerlemecesi’nin karşısında yer alan Aya Efimia Kilisesi oluyor.
Küçük avludan içeri girer girmez melek kabartmalı mermer mezar stelleri karşılıyor beni. Kilisenin içi ise Ortodoks Kiliselerinin ihtişamını yansıtan şıkır şıkır avizeler, dev mumlar, varaklı Meryem Ana ve Hz. İsa kabartmalarıyla bezenmiş. Kilisenin 1694 yılında inşa edildiğini, “kapalı Yunan haçlı” planlamasıyla yapıldığını öğrendikten sonra sadece birkaç kişinin yer aldığı ayini dinliyorum bir süre. Kırmızı kıyafetli papaz, Hz. İsa heykelinin önünde arkası dönük bir şekilde dualar ediyor, ardından tekrar yüzünü insanlara dönerek ellerini göğe doğru açarak sanırım ettiği duaları onlara doğru gönderiyor.
Bu küçük ama oldukça gösterişli kiliseden ayrıldıktan sonra onun biraz daha ilerisinde yer alan Surp Takavor Ermeni ve Aya Triada kiliselerini ziyaret ediyorum.
Aya Efimia’dan farklı olarak Ermeni kiliselerindeki ayin çok daha renkli geliyor bana. Çünkü onların ayinlerinde sesleri güzel olan papazlar ellerinde sarkaçla gezerek teker teker müritlerini kutsuyor. Ellerindeki gül yapraklarını da onlara doğru savuruyor. Daha önceki ziyaret ettiğim kiliseden sonra buradaki renkli görüntüler içimi açıyor. Papazın peşine takılıp, içimden, “Yağ satarım, bal satarım” demeye başlayan muzip yanım ortaya çıksa da engel oluyorum kendime.
Kilise gezilerine ufak bir ara vererek sokakları gezmeye başlıyorum. Tabii, önce şekerlemelerine doyamadığım Caferağa Şekercisine doğru yolumu çeviriyorum.
Şekerci dükkânının üst katındaki kafeyi görünce kahve molamı burada vermeye karar veriyorum. Ardından da renkli bir gökkuşağına benzeyen akide, mevlana, daha adını sayamadığım çeşit çeşit lezzetlerdeki şekerlemelerin tadına bakıyorum. Yanıma da yolluk şeker alıyorum.
Kilisenin ilerisinde yer alan timsah heykeli dikkatimi çekiyor. Ünlü Boğa Heykelini duymuştum ama timsah heykeli ilginç geliyor bana.
Timsahın yerleştirildiği bloğun altındaki yazılardan yapılma sebebini anlıyorum. Geniş taş blokta şöyle yazıyor:
“Pontos’un ağzındaki Megaralılar tarafından kurumuş olan Khalkedon ve bir köy olan KHYRSOPOLİS ve Khalkedon’lular Tapınağı bulunur ve denizden biraz içeride küçük timsahların barındığı bir pınar vardır.” (Strabon M.Ö 63-M.S 21)
Fotoğraf molasının ardından çarşıdan Moda’ya doğru yürüyorum. Apartmanların düz alanlarına yapılan duvar sanatının en güzel örneklerini görebileceğim grafitilere hayranlıkla bakıyorum. Dar bir sokakta yerlere kazınmış Fazıl Hüsnü Dağlarca yazıları selamlıyor beni.
“Şu deniz şu gökyüzü gizlenebilir. Seni sevdiğim gizlenemez.
Çıkamaz çocukluğundan kimse. Bundandı sevmemiz kiraz ağaçlarını…”
Adım adım okuya okuya ilerledikçe, ünlü şairin yaşadığı evi görüyorum. Tabii, içeri girebilme şansım olmadığını öğrenince biraz hayal kırıklığı ve muz kabuğu ikilisi yüzümdeki gülümsemeyi alıyor.
Bir ardındaki sokaktaysa Cemal Süreyya’nın yaşadığını öğrenince soluğu orada alıyorum. Onun da bulunduğu sokağın ilerleyen kısmına kadar yerlere şiirlerinden kısa kısa bölümler kazındığını görüyorum.
“Umulmadık bir gün olabilir bu gün. Bir çay söyle yağmurların kokusunda.
Hayat kısa kuşlar uçuyor.”
“Ne güzel bir semt Kadıköy” diyorum içimden. Şimdi Cemal Süreya yaşasa apartman dairesinin giriş katından bana el sallayarak o güzide şiirlerinden okusa…
Modern kafeler ve eski apartman dairelerinin arasında geçmiş ile günümüz arasında devam ediyor yolculuğum. Osmanlı döneminde müstakil evlerden apartman dairelerine geçişin en güzel örneklerinin ilklerinden birini görüyorum.
Dış cephesi gerçekten zarif, aynı zamanda gösterişli olan apartman göz doldurucu özelliğiyle beni o dönemlere taşıyor. Sanki içeriden peçeli bir hanım, balkondan işlemeli mendilini aşağıya düşürüp de, Arap Bacı’nın:
“Sen, başimi belaya mı sokacaksin? Haydi, içeriye huu…” diye seslenmesi canlanıveriyor gözümde.
Hayal kurmaya ara verip yolumu bu sefer bana oldukça ilginç gelen Protestan Kilisesine çeviriyorum. Ortodoks, Katolik kiliselerinin değişik atmosferlerine şahitlik etmiştim ama Protestan deneyimini ilk kez yaşayacaktım. Heyecanla küçük avlusundan içeri adım atar atmaz, çok hoş bir gitar sesi ahenkle konser veriyor. İçeri girince bir kadın ve bir erkeğin, “Tanrı seninledir. Tanrı yücedir” sözlerinden oluşan, ilahi olduğunu sonradan öğreniyorum oldukça değişik bir ayine konuk oluyorum. Protestanlar kural tanımayan, Ortodoks ve Katoliklerde olduğu gibi sıkı sıkı ayinler düzenlemeyen bir topluluk. Onlara göre Tanrı her yerde ve insanlara yardım etmek her şeyin ötesinde. Yalnız ufak bir uyarı; Protestanlar her şeye itiraz ettiklerinden zaman zaman siyasi durumları da ayinlerine taşıyorlarmış, bu nedenle polis tarafından sık sık kiliseye baskınlar düzenlendiği bilgisini alınca buradan ayrılmak zorunda kalıyorum. Şimdiye kadar gittiğim en kalabalık kilisenin de bu olduğunu düşününce birbirlerine daha bağlı olduklarını anlıyorum.
Kadıköy’deki son durağım ise unutulmaz bir aşka konu olan Rex Sineması oluyor.
Türk tiyatrosuna adını altın harflerle yazdıran ilk kadın tiyatrocu Afife Jale ile Türk sanat musikisine sayısız besteleriyle hayat veren Selahattin Pınar’ın ölümsüz aşkları…
Bu aşk hikâyesine gelince,
Osmanlı’da Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. Ama yüreği tiyatro ateşi ile yanan Afife, henüz on altı yaşındayken kararını vermiş, yolunu seçmişti. “Jale” takma adını kullanarak Darülbedai’ye başvurdu ve Muhsin Ertuğrul’un özel izniyle stajyer olarak sahneye çıkan ilk kadın tiyatrocu ünvanını kazandı. Ama bu yolculuk kolay olmamıştı. “Fahişe mi olacaksın?” diye üzerine yürüyen babasını bir kalemde silip, ailesini bile terk etmişti. Tiyatronun ışıkları Afife’ye ilk kez 1919 yılında ‘Yamalar’ oyununda başrolü oynayacak olan Eliza Binemeciyan isimli gayri Müslüm sanatçının Amerika’ya gitmesiyle güldü. Böylece Afife, Kadıköy’deki Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkan ilk kadın sanatçı oldu. Başlangıçta her şey çok iyi gidiyordu. Ama kısa sürede bir Türk kızının sahneye çıkması ortalığı ayağa kaldırdı. Afife’nin o dönemdeki yaşamı tam bir direniş içinde geçti. Kapıdan kovsalar bacadan giriyordu tiyatroya. Ama sonunda Darülbedai yönetimi baskılara dayanamadı ve genç kadını kovmak zorunda kaldı. Bu, onun için sonun başlangıcıydı. Aynı yıllarda genç bir İstanbul beyefendisinin yıldızı sahnelerde parlamaktaydı. Benzer bir geçmişten gelen Selahattin Pınar, babasının “Çalgıcı mı olacaksın?” lafına çok sinirlenmiş, tası tarağı topladığı gibi evi terk etmişti. Ama onun işi Afife kadar zor değildi. Üstün yeteneği, pırıl pırıl sesi ve unutulmaz besteleri ile dönemin en popüler isimleri arasına girmişti.
Ve bir gün “Bir Bahar Akşamı Rastladım…” dizeleriyle başlayan ünlü beste gerçek oldu. Kuşdili çayırındaki Hafız Burhan’ın konserinde yine bir bahar akşamı Selahattin, Afife’ye rastladı. İlk karşılaştıkları anda sanki birbirleri için yaratıldıklarını hissetmişlerdi.
Selahattin Pınar’ın sevgisi, Afife’nin yaralı yüreğinde yepyeni umut çiçekleri açmasına neden oldu. Evlilikleri de aşkları gibi yıldırım hızıyla gerçekleşti. Fatih Camii’nin karşısında bir apartman dairesine yerleştiler. İlk günleri evcilik oyunu gibi geçiyordu. Ud ve tambur sesleri, kahkahalar eksik olmuyordu bu sıcak yuvadan. Fakat Afife’yi içten içe kemiren derdi, her geçen gün biraz daha artıyordu. Tiyatrosuz bir yaşam, yaşamak değildi onun için... Yeniden sahneye çıkmak için elinden gelen her şeyi yaptı. İsmini değiştirdi, adı sanı bilinmeyen kumpanyalarla Anadolu turnelerine çıktı. Ama her defasında gerçek kimliği ortaya çıkıyor ve kapının önüne konuluyordu.
Afife Jale bazen odasına kapanıyor, saatlerce çıkmıyordu. Artık böyle yaşayamayacaktı... Selahattin Bey onun davranışlarının giderek garipleştiğinin farkındaydı ve bir gün öğleden sonra acı gerçekle yüzleşti.
Afife uyumak bahanesiyle yine odasına kapanınca Selahattin Bey sessizce kapıya yaklaştı ve anahtar deliğine gözünü dayadı. Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Canından çok sevdiği karısı damarlarına morfin enjekte ediyordu. Genç adam şaşkınlık ve korkuyla odaya dalıp karısını kollarına aldı. Öfkeden çok çaresizlik, acıma ve sevgi okunuyordu gözlerinde.
Afife kaçışı uyuşturucuda aramış ve en ağır şeklini bulmuştu. Haptan morfine, eroine kadar ne bulursa kullanıyor; kendini o yalan dünyanın sahte alkışlarıyla avutuyordu. Üstelik uyuşturucu bulmak için bir eczacıyla da ilişki kuruyordu.
Selahattin Pınar ise büyük aşkının gözlerinin önünde eriyip gitmesi karşısında çaresiz gözyaşları döküyordu. Onu bu korkunç alışkanlıktan kurtarmak için elinden geleni yaptı. Ama Afife hiçbir tedaviye cevap vermiyordu. Karısını, dönüşü olmayan bu yoldan çevirmek için çok uğraştı ama başaramadı Selahattin Pınar. Hatta bir ara az kalsın kendisi de düşüyordu uyuşturucu ağına.
İşte o zaman, “Bırak gideyim, terk et beni. Yoksa sen de mahvolacaksın” diye yalvardı ona Afife... Önce bu teklifi kabul etmedi genç adam. Altı ay daha kabus dolu günler geçirdiler. Sonunda dayanamadı Selahattin Pınar; hayatının en güç kararını verdi ve ayrıldı Afife’den.
Sonrası tam bir karabasandı. Genç kadın beş parasızdı; parklarda yatıp kalkmaya, aş evlerinde karnını doyurmaya başladı. Zaman zaman eski eşinin kendisi için yazdığı hüzünlü besteleri taş plaklarda dinler, ağlardı. Ve büyük umutlarla başlayan yaşamı, Balıklı Rum Hastanesi’nin taş zeminli bir odasında son buldu. Tabutunu taşımak için sadece dört kişi gelmişti cenazesine. Ölümü hakkında hiçbir gazetede tek bir satır bile yazılmadı. Zamanla mezarının yeri de unutuldu gitti.
Ama efsanesi yıllarca dilden dile dolaşıp duracaktı…
Afife’nin ölümünün ardından geçen yıllar Selahattin Pınar için işkenceden farksızdı. Hiçbir zaman unutamadı büyük aşkını. Onun için hüzün dolu, kahır dolu unutulmaz besteler yaptı. 16 Şubat 1960’ta radyoda, “Beni Alın Koynunuza Hatıralar…” şarkısını söyledikten sonra müdavimi olduğu Kalamış’taki Todori’nin meyhanesine gitti. Doktorunun yasakladığı her türlü meze ve yiyeceklerle donattı masasını. Bir büyük şişe rakı da açtırıp yudumlamaya başladı. Sanki ölümle randevusu varmışçasına acele ediyordu. İşte o masanın başında kalbi durdu ve Afife’sine kavuştu Selahattin Pınar.
Bu çok hüzünlü aşk hikayesini öğrenince gözlerim doluyor. Ardından Ayrılık çeşmesine doğru yürüyerek sessiz sedasız yeşillikli bir sokağa geliyorum.
Burada yaşayan insanların en ufacık bir gürültülerinin olmaması dikkatimi çekiyor. Benden ve birkaç kişiden başka insan yok bu sokakta.
Ölümsüz aşkları, ilk apartman daireleri, daha önce hiçbir yerde rastlayamayacağınız kiliseleri, duvarlara hayat veren grafiti sanatının en güzel örneklerini görebileceğiniz, kafeleri, cıvıl cıvıl çarşısıyla kucaklamaya hazır bekliyor Kadıköy. Bana sorarsanız hiç vakit kaybetmeden eski adıyla Khalkedon olan Kadıköy’ü keşfetmeye başlayın.