Güneşin parlak ışıklarıyla yanarlı dönerli yansımalar
oluşturduğu şeker pancarı yaprakları, zümrütten bir deniz gibi yaz ortasının
meltemiyle dalgalanıyordu. Bu kıpırdanmaların arasında tarlayı dolaşan küçük su
akıntıları, parıltılarla yaramaz çocuklar gibi bir görünüp bir kayboluyordu.
Gözleri yoran bu ışık oyunlarının ortasında, sıcak güneşin altında paçalarını
dizlerine kadar sıvamış, açık sırtı ve omuzları kavruk, elindeki kürekle suya
yön veren, gençliğin ve tazeliğin gücünü her hareketiyle hissettiren
delikanlıya biraz şefkat, biraz hasretle baktı. Kendini aynada izler gibi...
Yetmiş yıl öncesindeki hali duruyordu karşısında. Üç erkek çocuğundan ona
benzeyen tek bu oğlandı işte. Bir doksana varan boyuna, bal rengi gözlerine
varana dek kendisiydi. Yorgunluk bilmeden sabahtan akşama kadar bağ, bahçe,
tarla kimi zaman kuyu inşaatı, kimi yeni bir oda eklentisi inşaatı... Ne olursa
yapardı. İş onu yormaz; o işi yorar, eritir, bitirirdi. Bütün fiziki
özelliklerini ona miras bırakmıştı fakat ruhu, kalbi farklıydı oğlanın. Yumuşak
huylu, sessiz, içine kapanıktı. Az konuşurdu. Dili ancak akşamın geç saatlerinde,
bağlamayı eline alınca çözülürdü. Çardaktaki asma dalına iliştirilmiş, sönük
lüks lambasının altında oturur; tellere dokunurdu. Nasırlı parmaklarıyla
bastığı notaların sesi, geceye bürünüp yatmış ovaya ninniler söylerdi. Kim
bilir neleri şikâyet ederdi de kimse anlamazdı sazının dilinden.
Oğlunun bu sessizliğine karşın kendisi, gür sesi, emin yürüyüşü,
sert adımlarıyla nam salmıştı. Ovadan seslendi mi köyde duymayan kalmazdı. Dimdik
yürümesi, hayata karşı mücadeleci ruhunun timsaliydi. Keşke içinin coşkusunu da
verebilseydi Mevla küçük Mustafa’sına. Böylece gözü arkada kalmazdı.
Yedisi kız, on çocuk büyütmüş; bir zamanlar yarıcılık
yaptığı tarlaların sahibi olacak kadar azimle çalışmış, çabalamıştı. Altı kez
mide ameliyatı olduğu yıllarda hem bakır madeninde işçilik yapmış hem çifti çapanı
idare etmişti. Askerlikten kalma çavuşluğu, madende de devam etmişti. Ahmet Çavuş,
derlerdi ona. Çalışkanlığı, kendine güveni
ve ille de cömertliği yörede bir saygınlık oluşturmuştu ona karşı. Başı sıkışan,
dara düşen, akıl danışmak isteyen, soluğu onun bahçesinde alırdı. Oturduğu
çardağın arkasındaki bahçeye doğru şöyle bir baktı. Birkaç adımda arşınladığı,
çocuklar büyütüp torunlar gezdirdiği bu yer ne ara bu kadar sessiz ve öksüz
kalmıştı. Alt kattaki ambarın kapısı hep açık dururdu. İhtiyacı olan kendisi girer,
istediği kadar çuvalını zahire ile doldurup giderdi. Yokluğu yaşamış varlıkta
da bunu unutmamıştı. Sabahları evin yanından köylüleri yollarından çevirip bahçede
kurulan kahvaltıya oturtmadan bırakmazdı. Odun ateşinde, tepside 10-15
yumurtalı menemeni hatırlayınca kokusu burnunda tüttü. O kalabalıktan geriye bu
sessiz, yalnız bahçe bir de onun gibi beli bükülmüş iki katlı ev kalmıştı.
Ağaçların arasından karşı tepedeki mezarlığa gözü
takıldı. Çocuklarının annesi, ufak tefek
“Güllü’sü “orada yatıyordu. Yıllarca o kadar doğum, çocuk, tarla-bağ-bahçe,
hayvanların bakımını hiç şikâyet etmeden yapmış; çalışmış, çabalamış. Öfkesini dizginleyemediği,
o gür sesiyle bağırıp çağırdığı zamanlarda bile zavallı Güllü, anca ağzının
içinde mırıl mırıl şikâyetlenerek karşılık verebilmişti. Her türlü fedakârlığı,
cefakârlılığı yapmış fakat çocuklarıyla duygusal bir annelik bağı kuramamıştı.
Onun tüm kaygısı; damdaki hayvanları, bahçedeki bamyalarıydı. Ailedeki herkes
bunu kanıksamıştı. Çocukların her biriyle sohbeti, sözü zaten Ahmet Çavuş yapardı.
Bunu, o kadar işin gücün arasında özenle, güzellikle başarırdı. Aynı yorganın
altında uyumuş, tek kaptaki tarhanaya kaşık sallamış bu çocukların tek zenginliği,
babalarının sözü sohbetiydi. Fakat yıllar geçtikçe küçükler için bu özeni
kaybetmişti. Bu görevi ablalarına, abilerine bırakmıştı. Mustafa’yı da en büyük
oğluna emanet etmişti, malının mülkünün idaresini ona vermişti. Ablalarını evlendirirken,
kız kardeşlerini okullara gönderirken hep ona danışmıştı. Okumuş, öğretmen olmuştu.
Ondan iyisini mi bilecektiler? Yıllarca içi rahat, gönlü ferahtı bu devir
teslimden dolayı. Mustafa okumamıştı tabii ki tarlada bahçede çalışacaktı.
Çıkmaza girdiği zamanlardaki gibi beresini aldı başının
üstünden, bembeyaz olmuş ama hiç dökülmemiş, her zaman üç numara olan saçlarını
karıştırıp kafasını kaşıdı. Sonra mesh eder gibi öne doğru düzelterek eliyle
taradı ama düşüncelerinin karmaşıklığından kurtulamadı. Acaba her çocuğuna
yaren olabilmiş miydi? İşte hayatının son demlerine geldiği bugünlerde sık sık
düşünüp cevap vermeye korktuğu bir soruydu bu. Bir hafta önce büyük ve ortanca
oğlunun gece çardağın altında konuştuklarını duyunca büsbütün artmıştı endişeleri.
“Yukarı bahçede Mustafa’nın emeği çok sizler gibi bir mesleği de yok. Ona
verelim orayı da kimseye muhtaç olmadan yaşasın gitsin, diyor babam. Sen ne
dersin bilmem ama ben bu işe razı değilim. En verimli araziyi öyle paşa paşa
bırakmam kimseye.” demişti adaletinden hiç şüpheye düşmediği büyük oğlu. İçine o geceden beri bir sızı düşmüştü. Evlatlarından
yana ilk kez yanılmıştı. Derin bir nefes aldı, doğdukları gün her biri adına diktiği dut ağaçlarına
baktı. İri dallarıyla bütün bahçeyi kaplayan, çatıya kadar uzanan en büyük
dutta bir şey gözüne çarptı. “Upuzun bir yılan ağaçtan yere kayıyordu .”Demek
Ahmet Çavuş, ardında sorgulanan bir adalet anlayışı bırakacaktı. Zira elli
yıldır bu bahçede hiç yılan görmemişti. Kötüye yordu, düşüncelerine denk gelen bu
karşılaşmayı. Pancar tarlasına doğru baktı. Çardağın altındaki radyodan bir
türkü duyuluyordu:
Can
ağrısı tesir etti koluma
Yaradanım
merhamet et kuluna
Yazık
oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne?
Öğlen
vakti, günün en durgun saati, etrafta sıcaktan çıldırmış gibi öten cırcır
böceklerinin sesi ve işte bir de duyduğu bu nameler onu iyice daraltmıştı. Mustafa,
nasıl da sessiz... İçine içine akan dünyasında yön veremediği hayatın aksine,
suya yol göstermeye çabalıyordu.