sevgi deniz sevgi deniz

Kuzey Rüzgarları

Epey bir zaman olmuştu buralara geleli. İnsan ömrüne kıyasla çok olmamıştı belki ama yine de zor geçmişti yıllar. Dillerini, hâllerini ve gönüllerini de bilmiyordu buradaki insanların. Kasabanın dışında taştan, müstakil iki gözlü bir ev kiralayabilmişti. Her tarafı dökülen eski bir evdi. Hâlâ tamir edememişti geceleri rüzgârla çarpıp duran panjurları. Denizin iyot kokusuna alışmıştı fakat limandan akşamları gelen ağır balık kokusu içini kaldırıyordu. Girişteki küçük şöminenin küllerini bütün gece evin her tarafına yayan soğuk rüzgârların estiği bu coğrafyanın insanları da soğuktu. Savrulan küller her gece eşyaların üzerini sabaha kadar örtüyordu fakat onun içindekiler, geçmiş ve yitirdikleri bir türlü küllenmiyordu. Ne bu insanlara ne de rüzgârların uğultusuna alışabilmişti. 

Sabahları alüminyum çaydanlıkta demlediği çaydan, bir bardak içip öyle çıkardı dışarı. Ateşin sıcaklığı ile ısınmış taş zeminde yatan kedinin bakışları yolculardı onu. Şiddetli bir fırtınanın yine panjurları dövdüğü bir gecede belli belirsiz miyavlamaları duyup kalkmış ve onu kapının önünde yine bu çaresiz bakışlarla bulmuştu. Acıyıp içeri almıştı zavallıyı. İlk zamanlar kedinin ona muhtaç olduğu yanılgısına kapılmıştı. Ama artık biliyordu onun; yalnızlığını, kimsesizliğini gidersin diye yollanmış bir hediye olduğunu. Ayakucunda kıvrılıp yatışı, mırıltıları, akşamları kendisini kapıda karşılaması ve ille de sabahları böyle şefkat dolu yolculayan bakışları...

Her sabah kapıdan çıkar çıkmaz suratına çarpan bu soğuğa hiç mi hiç alışamamıştı. Bir bıçağın metal keskinliğinde dolaşırdı ellerinde, yüzünde. Yaz mevsiminde de esmeye devam ederdi ama daha kırılgan ve acısız olurdu. Şimdilerde yazı uğurlayan bu solgun sonbaharda yağmuru da yüklenip geliyordu artık. Birkaç haftaya kapı önündeki çimlerde onu karşılayan çiğ, kristalleşmeye başlardı. Ardından bitmeyen gri gündüzleri, uzun ve karanlık geceleri bağrında saklayan kış. Baharsız bir ülkede neyi bekleyeceğini bilmeden geçen bir ömür...

Ceketinin yakalarını kaldırıp içinin sıcaklığını korumaya çalışarak bahçeyi geçti, çitin kapısını kapatırken evin önündeki yalnız ağaca ve üzerindeki leylek yuvasına baktı. Geçen hafta leylekler göç etmişlerdi. Tak takları duyulmuyordu artık. Yaprakları sarıdan kırmızıya dönmüş kestane ağacı, son direnişlerini ortaya koyuyordu. Bu rüzgâra daha fazla dayanamayacak dallarına yüklediği ne varsa kendine ait, taze çimlere bırakacaktı. Kaybettiklerine dövünür gibi, bütün kış çatının kiremitlerine çarpıp duracaktı. Ağacın çıplak dallarıyla hırçınca vuruşlarına o da bir süre sonra alışacaktı.

Taşlı, patika yoldan yokuş aşağı inmeye başladı. Önce kasabanın meydanına ulaşacak oradan da limana inecekti. Meydandan geçerken hemen yukarıdaki kiliseye bakışı takıldı. Dün yaşananlar aklına geldi. Eski büyük bir piyanoyu limandaki diğer birkaç işçi ile beraber buraya taşımışlardı. Dayanamamış kahverengi ahşap zemininde ellerini gezdirmiş, tuşlarına tek tek özlemle ve titreyen parmaklarıyla dokunmuştu. Farkında değildi ama bir melodi yükseliyordu mabette. Yabancı kulağına tanıdık bir melodi... Diğer işçilerin ve rahibin şaşkın bakışlarını neden sonra fark etmişti. Uzun zamandır ilk defa nerede olduğunu unutmuş, içi sıcacık olmuştu. Alnında biriken teri silerken elindeki nasırları hissetmiş, aniden çekmişti diğer elini tuşlardan. Yaşlı rahip, usulca ve acıyarak yanına sokulmuş, ”Seni piyanist olarak düşünmek zor,” demişti, parmaklarını tuşların üzerinde gezdirerek. Kim inanırdı ki zaten bu nasırlı, balık kokan ellerin yıllarca notalara can verdiğini. Gözlerine dolan yaşları elinin tersiyle sildi koca bir ömrü siler gibi ve yoluna devam etti.

İskeleye vardığında sis hâlâ kalkmamıştı limandan. Yük gemileri kasa kasa balıkları indirmek için yanaşmıştı çoktan. Bir iki yerde tenekelerin içinde yaktıkları ateşin etrafında toplanmış, kahve fincanları ellerinde ısınmaya çalışan işçiler vardı. Onu yeni yeni aralarına almaya başlamışlardı. Bir ay önce yaşanan bir hadise aradaki buzları çözmüştü.

Yine böyle bir iş sabahı balık kasalarını, gemiden limana taşıyorlardı. İskeleye uzatılan ıslak kaygan tahta parçası gıcırdayıp duruyordu. Buz gibi suların aktığı kasaları sırtlamış, kaygan tahta parçasında düşmemeye çabalayarak taşımaya çalışmıştı. Fakat arkasındaki yaşlı balıkçı kayıp düşmüştü soğuk suların içine. Diğer işçiler bir an tereddüt etmiş, öyle bakakalmışlardı. O ise kendini bir anda yaşlı adamım yanında bulmuştu. İkisini de halatlar ve simitlerle yukarı çekmişlerdi. İliklerine işleyen buz gibi suya rağmen minnet ve takdir bakışlarıyla ısınmıştı. O günden beri ona, sadece “fremmed( yabancı)” değil artık “godt(iyi) fremmedsprak”  diye sesleniyorlardı. İyiliğin ödüllendirildiğine olan inancı yeniden oluşmuştu. Meğer ne çok ihtiyacı varmış buna, o gün fark etmişti.

Elleri ceplerinde yanan ateşlerden birine yanaştı. Selamladı arkadaşlarını. Başlarını sallamakla yetindiler. Boş kasalardan birinin üzerine çöktü. Soğuk iş eldivenlerini giymeden önce ellerini son bir kez ısıtmak üzere ateşe uzattı. Belki de bir daha hiç dokunamayacağı tuşların üzerinde hayal etti onları.

Gri mavilik; üzerindeki sisi usulca atıyor, soluk bir sonbahar güneşi cılız ışıklarıyla gemi direklerine sarmalıyor, pembe gagalı martılar yelken toplarının üzerinde birazdan taşınırken düşecek birkaç balığı açgözlülükle bekliyordu. Kuzey’in soğuk rüzgârı önce denizi ürpertiyor, sonra martıların tüylerini karıştırarak en sonunda yanan odunları yalazlayıp geçiyordu.

devamını oku