aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

Doğu'nun Gözüpek İncisi Erzurum

“Ne ediysen gurban, gel bi çay içirik” 

Soğuğu insanı buz kesen lakin insanlarının samimiyetiyle ısındığınız bir ilimize bu seferki yolculuğum. Doğu’nun dadaşlar kenti Erzurum’u birlikte keşfedelim mi?

Her ilin kendine özgü bir şivesi var. Batı illerine gittiğinizde “A be kızanım, kızçem ya”, kuzeye doğru uzanınca Karadeniz’in o deli fişek “Haçen ne edeysun” sözlerinden sonra Doğu’ya ulaştığınızda “gurban olam sena, gardaş” sözlerinde doğu insanının gülen gözbebeklerinin içinde yanar kavrulursunuz.  Erzurum’un şivesi de diğer illerde olduğu gibi çok ilginç ve farklıdır. “Gardaş, gurban olam “sözlerinin yanı sıra özellikle erkekleri birbirlerine “Dadaşım” diye hitap ederler. Geziye başlamadan önce bu kelimenin anlamını merak eden bendeniz, rehberimize “Dadaş ne demektir?” diye soruyorum otobüsün içinde yeni bir kente adım atmanın verdiği coşkuyla.

Yarı bas yarı ince bir ses tonuyla rehberimiz önce bana teşekkür ediyor ardından dadaş kelimesini anlatmaya başlıyor. Efendim, dadaş; kardeş, mert, dost, erkek kardeş anlamına gelir.  Ayrıca burada birbirlerine seslenme sözü olarak da kullanıyorlarmış bu sıcacık sözü.

İlk durağımız gururdan tüylerimi diken diken eden Aziziye Tabyası oluyor. Bu tabya ile özdeşleşmiş Nene Hatun’un adını duyunca da çok heyecanlanıyorum. Bu tabyanın Sultan Abdulaziz tarafından yaptırıldığını, amacının Osmanlı Rus savaşında Kars yolunu tutmak olduğunu söylüyor sesine hayran olduğum rehberimiz.

Dağlık bir bölgede konuşlandırılan bu ve adlarını daha sonradan öğrendiğimiz dğer tabyalar gerçekten savaşın seyrini değiştirmek için çok önemli bir rol üstlenmişler. Aziziye tabyasını gezerken tabyanın kalıntıları ve savaşta ölenlerin adlarının yazılı olduğu uzun bir anıt sütun var, sütunun hemen arkasında Nenehatun’un savaştaki mücadelesini gösteren heykelinden oldukça etkileniyorum. Kurtuluş Savaşı ve daha birçok savaşta kadınlarımızın gözüpek kahramanlıklarını önceki araştırma ve turlardan da duymuştum. Nenehatun da bu mert kadınlarımızdan sadece bir tanesi olarak gözlerimi yaşartmaya yetiyor. Nenehatun’un mücadelesine gelince Rus tabyaları, Erzurum’u ele geçirmek için Türkçe bilen Ermenilerle işbirliği yaparak tabyada görevli nöbetçileri öldürür. Bunu duyan yirmili yaşlardaki Nenehatun kundaktaki bebeğini ve ondan biraz büyük oğlunu evde bırakıp elinde satırla tabyaya koşar. Onu gören Erzurumlular da koşarak tabyayı rus işgalinden kurtarırlar. Nenehatun’un mezarına doğru yaklaşırken kendimi bir an bu tabya için mücadele eden biri gibi hissettim. Bir karıncayı bile incitmeye korkarken milliyetçi ruhum kabararak bir anda gözüm dönebilir diye düşünüyorum. Bu toprakların ne kadar zor şartlarda kazanıldığına bir kez daha şahitlik ediyorum. Bilseydim diyorum rehbere, bu eşsiz kadının mezarına çiçekler getirirdim. Rehber de bana dönerek “İçiniz rahat olsun Aslı Hanım, restorasyon çalışmaları kapsamında buraya da düzenlemeler yapılacak. O zaman mezara çiçekler de ekilecektir.” diyor.

“Benim duygusal rehberim, nasıl da hemen misafirlerinin içine rahatlık verir. “diye içimden geçiriyorum. Ardından otobüse tekrar binerek dadaşları selamlamak için Erzurum’un merkezine doğru yola çıkıyoruz.

Merkeze vardığımızda otobüstekiler çay molası diye tutturmasınlar mı?.. Rehber çaresiz bir çay bahçesine yönlendiriyor otobüs şoförünü. Tabi buraya kadar gelmişken kıtlama çay içmemek olmaz değil mi?

Küçük, kilim desenli sedir divanların üzerine bağdaş kurmuş oturan yaşlı amcaların “Bunların ne işi var ki burada?” bakışları altında dörtlü beşli gruplar halinde oturuyoruz yer yer sandelye, yer yer de sedir koltukların üzerlerine. Birazdan da elinde kocaman bir tepsiyle başında geometrik kırmızı desenli takkesi ve aynı renk şalvarıyla genç bir adam masaların arasında dolaşmaya başlıyor.  “Çay için mi? Tavşan kanı çay…” diye bağırmaya başlıyor. Rehberimiz elini kaldırıp adamı bizim masalara yönlendiriyor. Kopkoyu tavşankanı çay bu olsa gerek dediğimiz çaylarımıza kavuşuyoruz. Ortada çaya özel kıtlama şekerlerinden oluşan bir şekerlik ile göz göze geliyoruz. Şekerleri ince belli çay bardaklarının içine atıp karıştırmaya başlayınca etraftaki yaşlı amcaların ters ters bakışlarıyla karşılaşıyoruz. Adamlardan bir tanesi yanımıza gelerek “Dadaşım, Haddimize değildir ama o çay öle içilmiye? Gösterem mi gardaş?” deyince tüm grup sessizce “Göster.” diyoruz. Adam sandalyelerden birini yanımıza alıp oturuveriyor. Önce çay tabağına bir miktar çay döküyor. Biraz bekliyor ve ardından çay tabağındaki çayı bardağa tekrar boşaltıyor. Kıtlama şekerlerin olduğu şekerlikten bir tane şeker alarak gruba dönüyor

“Şekeri dilinin üstüne koyan(koy). Sinri (sonra) çaydan bir yudum ali (al) ama şekeri sakin yutmiyi (yutma)” demesiyle bir höpürtü sesi çay bahçesine dalga dalga yayılıyi (yayılıyor) Benim şive de Erzurum’a doğru mu kayıyor ne? Tüm turdakilerin hepsi bu çay içme şeklini deniyor. Ama maalesef hepimiz başarısız oluyoruz. Bizden höpürtü sesinin yerine garip bir hıçkırık ile boğulma sesi arası bir ses çıkıyor.

Büyük bir mahcubiyet eşliğinde kalkıyoruz bu çay bahçesinden. İstikametimiz Yakutiye Medresesi oluyor.

Yakutiye Medresesi bizi İlhanlı Beyliğine doğru taşıyor. Çünkü bu muhteşem eserin girişindeki taç kapısı ile minare gövdesindeki geometrik desenli firuze, patlıcan moru sırlı sırsız süslemeleri bence muhteşem ötesi. Taç kapısının iki yanında yer alan hayat ağacı, kartal süslemeleri aslan figürleri Orta Asya kültürü hakkında çok detaylı bilgiler veriyor. 1310 yılında Gazan Han ile Balugan Hatun adına Hoca Yakut Gazani tarafından yaptırıldığını söylüyor rehberimiz. Medresenin içinin süslemeleri de çok güzel ama ne diyeyim kapısının beni kendine hayran bıraktığını söylemeden edemeyeceğim.  Bu eşsiz medreseyi gezip fotoğrafladıktan sonra acıktığımızı hissediyoruz. Erzurum’a yazın bile gelseniz kendini soğuğuyla meşhur ettiğinden o tatlı zannettiğiniz esinti içinizi ürpertmeye yetip artıyor. Soğuk hava da acıkmanızı sağlıyor. Tabi acıkma konusu kişiden kişiye değişebilir diyerek Erzurum’un en meşhur lezzetlerinden cağ kebabının tadına bakmak için medresenin arka tarafındaki küçük lokantalardan birine gidiyoruz. Kebaplar gelince herkes birbirine bakıyor ister istemez, çay içmeyi usulüne uygun yapmadığımızdan etraftaki masalarda oturanların kebabı yeme şekillerini izliyoruz. Pek bir farklılık görmeyince de başlıyoruz yemeye. Ardından ünlü kadayıf dolması da gelince keyifler yerine geliyor. Bir ara rehbere “Ben şu medreseyi birkaç kere daha gezeyim. Sonra görüşürüz.” diyorum. O kadar büyük bir enerji depoladım ki ta Van’a kadar koşasım var durumundayım. 

Keyifli bir öğle yemeği sonrasında çifte minareli medresenin yolunu tutuyoruz. Bir Selçuklu Dönemi eseri olan medresenin süslemeleri Yakutiye’ninki kadar etkiliyeci olmasa da o dönemi yansıtan birçok unsuru beraberinde getirmiştir. Ayrıca İlhanlı Dönemine ait izlere de rastlamak mümkündür. Çünkü burada da Selçuklu Döneminin simgesi olan çift başlı kartal sembolü kapı girişinin iki yanına işlenmiştir. Alt tarafında hayat ağacı ile aslan sembolleri de biraz İlhanlı Dönemi çağrışımı yapmaktadır. İçi oldukça sadedir. Bu arada unutmadan bu iki eşsiz medrese ücretsiz olarak ziyaret ediliyor. Çifte minareli medresenin içini gezerken yarım kalan bir yanını da hissedebilirsiniz. Bunun nedenini rehberimize sorduğumda, başlıyor hikayesini anlatmaya: “Bu medresenin yapımında bir çırak ile ustası çalışmaktalarmış. Minarenin birisini usta yaparken, diğerini de çırağı yapmaktaymış. Çırak minaresiyle özene bezene uğraşırken ustası gayet kayıtsız davranırmış. Çırak bu durumu fark edince ustasına dönerek “Usta su getirsene.” demiş. Usta yutkunarak çırağa suyu getirmiş. Ardından da minaresinin tepesine çıkarak kendini aşağıya doğru bırakmış. Bırakmasıyla da oracıkta ölmüş. Çırak ise ustasına karşı saygısızlık yaptığının farkına varmış ve “Bunun bir bedeli olmalı.” diyerek o da kendi yaptığı minarenin tepesinden kendini aşağıya doğru bırakmış. O da ustası gibi oracıkta ölmüş.

Bu hüzünlü hikâyeyi duyunca tüm turdakiler üzüldük. Ardından da bu diğeri gibi gösterişli eseri fotoğraflamaya başladık. İki uzun minaresiyle gerçekten görülmeye değer bir yapı olduğunu belirtmeliyim. Bu yapıyı gezdikten sonra üç kümbetleri görmek üzere Erzurum’un kalabalık bir caddesinden geçiyoruz. Üç kümbetlerin kimin adına yaptırıldıkları konusunda kesin bir bilgi bulunmamakla beraber en büyüğünün Emir Saltuk adına yaptırılmış olabileceği konusunda çeşitli söylentiler varmış. Kümbetlerin girişlerindeki kabartmalarda kartal, boğa, yılan, yarasa gibi kabartmaların yer alması da Orta Asya’da bulunan takvimlerdeki burçlara ilişkin bilgiler vermekteymiş.

Buradan sonraki durağımız Oltu taşından yapılan takı, tespih gibi ürünlerin satıldığı tarihî bir çarşı oluyor. Rehberimiz özellikle biz kadınların bu tür şeylere düşkün olduğumuzu bildiğinden süreyi biraz uzun tutarak kendisinin çarsının karşısındaki çay bahçesinde bekleyeceğini söyleyerek aramızdan ayrılıyor. Oltu taşı nedir ki diye merak edenlerin sesini duyar gibiyim.

Oltu taşı Erzurum’un Oltu ilçesinin kuzeydoğusunda çıkarılmakta olan yarı değerli bir maden olup rengi genellikle siyahtır.

Taşların enerjisi ve faydalarına inanır mısınız bilemem ama ben onların topraktan çıkarıldıklarından dolayı olumlu duygular çağrıştırdığına inanmaktayım. Oltu taşının da faydalarını saydıktan sonra siyahın büyüsüne kendimi kaptrımaya gidiyorum efendim. Oltu taşı, kulak ve eklem ağrılarına iyi gelmesinin yanı sıra olumsuz enerjileri temizlermiş. Bu arada nazar değmelerine de iyi geldiği söylenmektedir.

Özellikle kolyelerin aşığı olan bendeniz siyahın ağırlıkta olduğu dükkânların en başındakinden başlıyorum gezmeye. Kolyeler, küpeler, bileklikler daha neler neler…Gümüş ile oltu taşının tutku dolu aşklarına şahitlik etmek oldukça etkileyici geliyor bana. Herhangi bir dükkâna girdiğinizde dükkân sahibi siz alışveriş yapmadan “Çay ikram ediim mi gurban?” ya da “Çay içiin mi gardaş?” gibi sıcacık gülümsemesiyle karşılaşıyorsunuz. Alışverişimi tamamlayınca handan çıkıp rehberime kavuşmak istiyorum. Ama çıkışı bulmak ne mümkün! Hanın içinde dönme dolap gibi dönüp duruyorum. Hanın girişi o kadar küçük bir alana yapılmış. Sağlı sollu oltu hediyelik eşya, takı satan dükkânlar girişi kapatmışlar. Benim deliler gibi dönüp durduğumu gören dükkân sahiplerinden birisi “Gayıp mı olaa gardaş?” diye önümü kesince bu dönmeye bir son veriyorum. “Evet kayboldum. Çıkışı bulamıyorum.” deyince, adamcağız tüm dişlerini hatta altın bir dişini de gördüğüm yüksek sesle bir kahkahayı atıveriyor. “Gel gardaş, ben çıkiviriim seni.” diye kolumdan tutup dükkânların arasında gizlenen çıkışa kadar götürüyor beni.

Dışarı çıkınca karşımda bana el sallayan rehberi görünce “Ohh diyorum. Dünya varmış. O neydi öyle?” diyerekten ona doğru ilerliyorum.

Doğu’nun bir başka iline yapacağımız yolculuğumuz öncesi son durağımız da kayak turizmine önemli katkı sağlayan Palandöken dağları oluyor. Merkezden dağa otobüsle tırmanmaya başlıyoruz. Tabi biz yaz mevsiminde geldiğimizden karlı halini görmemiz mümkün değil. Buz gibi bir hava bizi çepeçevre kuşatmakta. Bir de rakım yüksekliğinden dolayı boğulacak gibi bir hisse de kapılmadım desem yalan olur. Yine de Erzurum’a tepeden bakmak oldukça keyifli.

Çay ile özdeşleşmiş Türkiye’nin en soğuk şehirlerinden ama dadaş kültürüyle soğuğu hissetmeyeceğiniz Erzurum’a yolunuzu bir düşürün derim. İlhanlı, Selçuklu Dönemine doğru gizemli bir yolculuk yapmak, mola vermek, cağ kebabı ile kadayıf dolmasının tadına bakmak ve her şeyden daha güzeli Doğu Anadolu insanlarının sıcacık gardaş sofralarına konuk olarak dadaşlığı doya doya hissetmek için gözüpek Erzurum’u mutlaka görmelisiniz. 

devamını oku