Çocukluk
yıllarımda, zamanın ihtiyaçlarına göre sokaklardan geçenler çeşitlilik arz
ederdi. Mesela; Kurban Bayramı yaklaşınca kalaycılar görünmeye başlardı. Malum
olduğu veçhile kavurma yapılacak, et haşlanacak kapların da kalaylanıp
temizlenip bayrama hazırlanması gerekiyordu. Kazanlar, leğenler, haranılar,
dığanlar, bakraçlar, ibrikler, semaverler, çanaklar, taslar,
siniler hep bakır olurdu o vakitler. Değil plastik, alüminyum bile egemenliğini
ilan edememişti henüz. Emayeler ve melaminler yeni yeni piyasaya çıkmaya
başlamıştı. Çelik tencereler derseniz,
portakalda vitamin bile değildi.
Kilimler,
çullar, döşek yüzleri, ocak çarpıları, yüklük gergileri; bakır kazanlarda
kaynatılan sularla tertemiz yıkanır paklanırdı. Bayram öncesi ev gezmelerine
gidilmez, hummalı bir temizlik seferberliği başlardı. Kap kacaklar da bu
seferberlikten nasibini alırdı.
Bayramdan
iki üç hafta önce, üstleri başlarıyla beraber tenleri de isten grileşmiş
kalaycılar peyda olurdu. “Kalaycı geldi kalaycıaa!” Çağrısına mahalleliden cevap
gelince, sokağın geniş bir köşesine konuşlanıp, ateşlerini yakarlar, pür ciddi
çalışırlardı.
Kapları önce körük ve kömür yardımıyla yakarak tavlama işlemi yaparlarken
ortalığa ağır bir koku yayılırdı. Kıskaçla tuttukları kapları itinayla
kalaylar, parıl parıl kenara dizerlerdi. Alicenap halkımız bu adamlara yemek ve
çay ikramını ihmal etmezdi.
Biz
çocuklar Karacasu bardağı gibi dizilir işlemi izlerdik. O, flu ateş sanki uçsuz
bucaksız bir denizde gün batımıydı. Beni alıp diyar diyar gezdirirdi. Keşkek
aşure ateşlerinden, fesleğen kokulu pekmez ocaklarına, tarhana kazanlarından
mis gibi helva buğularına alıp götürürdü. Bir taraftan Özay Gönlüm ’ün
derlediği o güzelim Tavas türküsü uzaktan uzağa kulağımda yankılanırdı.
Bizim kaplar kaleyli
İçi dolu sareyli
Şu zamane kızları
Kandırması koley mi
Elazığ
yöresinin şu türküsünü de zikretmeden geçmeyelim:
Kalaylı
kap yoğurdu ellere vay
Seni
kimler doğurdu ellere vay
Seni
doğuran ana ellere vay
Bal
ile mi yoğurdu ellere vay
Kurban
önü bu hazırlıklar süre dursun, sokakların bir diğer unutulmuş rengi
hallaçlardan da söz etmesek hatırları kalır doğrusu.
“Halleççi geldi, halleççiiiie!”
Büyük
bir ahşap yayı andıran düzeneklerini ellerine alan hallaçlar, bahar aylarında
sokaklarda dolaşmaya başlardı. Evlerdeki minder, döşek ve yastıkların
pamuklarını, yünlerini atarak kabartırlardı. Beyaz patiskadan ya da Amerikan
bezinden hazırlanan kılıflara, atılan pamukları doldurur, ağzını
dikerlerdi. Eskiden bu işleme “mahlıç attırmak” denirdi. Nişanlı kız
olan evlerden, hallaç tokmağı sesi duyulmaya başlaması, düğün yakın
manasına gelirdi. Komşular, akrabalar yardıma koşardı. Vakti zamanında bu tür
işler yardımlaşmayla olur, konu komşu toplanıverirdi.
Pamuklar
atıldıkça, kar gibi havada uçuşur, biz film seyreder gibi hallacı seyre
dalardık. “Hallaç pamuğu gibi savrulup,
dağılmak” deyiminin kaynağını gerçek manasıyla canlı canlı öğrenmiş
olurduk. Hallaç yaya tokmakla vururken, o kendine has ritim çevreye yayılırdı. “Tımm
tık tık tık, tımm tık tık tık…” ritmi kulaklarımızda uğuldarken o uçuşan
pamuklar gibi bu meslekler de miadlarını doldurup yavaş yavaş tarihteki
yerlerini almaya yüz tuttular.
O vakitlerde, sokaklarımızdan geçen bohçacılar,
eskiciler, turşucular, kalaycılar, hallaçlar… Bu tiplemeler, hayatımızın güzel
renkleriydi. Rol sırası gelmiş tiyatro oyuncuları gibi, sokaklarda görünür,
mesleklerini icra eder, giderlerdi. Zamana mağlup olup, yavaş yavaş sahnelere
veda ettiler. Tıpkı okul bodiyelerimiz, fotoğraflarımız ve televizyon
yayınlarımız gibi, siyah beyaz hatıralarda yaşamaya başladılar.
Son söz:
Hallacın elinde yay
Vurdukça savruldu yıllar
Sararan yapraklar misali
Dağıldı tane tane anılar