hüma ladik hüma ladik

Bir Vakitler Sokakta 3 - Kalaycılar, Hallaçlar

Çocukluk yıllarımda, zamanın ihtiyaçlarına göre sokaklardan geçenler çeşitlilik arz ederdi. Mesela; Kurban Bayramı yaklaşınca kalaycılar görünmeye başlardı. Malum olduğu veçhile kavurma yapılacak, et haşlanacak kapların da kalaylanıp temizlenip bayrama hazırlanması gerekiyordu. Kazanlar, leğenler, haranılar, dığanlar, bakraçlar, ibrikler, semaverler, çanaklar, taslar, siniler hep bakır olurdu o vakitler. Değil plastik, alüminyum bile egemenliğini ilan edememişti henüz. Emayeler ve melaminler yeni yeni piyasaya çıkmaya başlamıştı.  Çelik tencereler derseniz, portakalda vitamin bile değildi.

Kilimler, çullar, döşek yüzleri, ocak çarpıları, yüklük gergileri; bakır kazanlarda kaynatılan sularla tertemiz yıkanır paklanırdı. Bayram öncesi ev gezmelerine gidilmez, hummalı bir temizlik seferberliği başlardı. Kap kacaklar da bu seferberlikten nasibini alırdı.

Bayramdan iki üç hafta önce, üstleri başlarıyla beraber tenleri de isten grileşmiş kalaycılar peyda olurdu. “Kalaycı geldi kalaycıaa!” Çağrısına mahalleliden cevap gelince, sokağın geniş bir köşesine konuşlanıp, ateşlerini yakarlar, pür ciddi çalışırlardı. Kapları önce körük ve kömür yardımıyla yakarak tavlama işlemi yaparlarken ortalığa ağır bir koku yayılırdı. Kıskaçla tuttukları kapları itinayla kalaylar, parıl parıl kenara dizerlerdi. Alicenap halkımız bu adamlara yemek ve çay ikramını ihmal etmezdi.

Biz çocuklar Karacasu bardağı gibi dizilir işlemi izlerdik. O, flu ateş sanki uçsuz bucaksız bir denizde gün batımıydı. Beni alıp diyar diyar gezdirirdi. Keşkek aşure ateşlerinden, fesleğen kokulu pekmez ocaklarına, tarhana kazanlarından mis gibi helva buğularına alıp götürürdü. Bir taraftan Özay Gönlüm ’ün derlediği o güzelim Tavas türküsü uzaktan uzağa kulağımda yankılanırdı.

Bizim kaplar kaleyli

İçi dolu sareyli

Şu zamane kızları

Kandırması koley mi

Elazığ yöresinin şu türküsünü de zikretmeden geçmeyelim:

Kalaylı kap yoğurdu ellere vay

Seni kimler doğurdu ellere vay

Seni doğuran ana ellere vay

Bal ile mi yoğurdu ellere vay

Kurban önü bu hazırlıklar süre dursun, sokakların bir diğer unutulmuş rengi hallaçlardan da söz etmesek hatırları kalır doğrusu.

“Halleççi geldi, halleççiiiie!”

Büyük bir ahşap yayı andıran düzeneklerini ellerine alan hallaçlar, bahar aylarında sokaklarda dolaşmaya başlardı. Evlerdeki minder, döşek ve yastıkların pamuklarını, yünlerini atarak kabartırlardı. Beyaz patiskadan ya da Amerikan bezinden hazırlanan kılıflara, atılan pamukları doldurur, ağzını dikerlerdi.   Eskiden bu işleme “mahlıç attırmak” denirdi. Nişanlı kız olan evlerden, hallaç tokmağı sesi duyulmaya başlaması, düğün yakın manasına gelirdi. Komşular, akrabalar yardıma koşardı. Vakti zamanında bu tür işler yardımlaşmayla olur, konu komşu toplanıverirdi.

Pamuklar atıldıkça, kar gibi havada uçuşur, biz film seyreder gibi hallacı seyre dalardık. “Hallaç pamuğu gibi savrulup, dağılmak” deyiminin kaynağını gerçek manasıyla canlı canlı öğrenmiş olurduk. Hallaç yaya tokmakla vururken, o kendine has ritim çevreye yayılırdı. “Tımm tık tık tık, tımm tık tık tık…” ritmi kulaklarımızda uğuldarken o uçuşan pamuklar gibi bu meslekler de miadlarını doldurup yavaş yavaş tarihteki yerlerini almaya yüz tuttular.

O vakitlerde, sokaklarımızdan geçen bohçacılar, eskiciler, turşucular, kalaycılar, hallaçlar… Bu tiplemeler, hayatımızın güzel renkleriydi. Rol sırası gelmiş tiyatro oyuncuları gibi, sokaklarda görünür, mesleklerini icra eder, giderlerdi. Zamana mağlup olup, yavaş yavaş sahnelere veda ettiler. Tıpkı okul bodiyelerimiz, fotoğraflarımız ve televizyon yayınlarımız gibi, siyah beyaz hatıralarda yaşamaya başladılar.

Son söz:

Hallacın elinde yay

Vurdukça savruldu yıllar

Sararan yapraklar misali

Dağıldı tane tane anılar

devamını oku