yürüyerek bitiremediğim beyaz şeritli
kader çizgim,
ayağına uzakları giyinmiş garip
mutluluğum,
hüznüme latife yaparak gözyaşımı tek
silenim,
en çok konuştuğum suskunluğum...
soluk soluğa yıkılan dağlar,
zifiri bir dünya, uzun uzaya asfalt,
radyoda özgün müzik…
siyah elbiseli sevgiliye gelsin bu şiirim.
kıtasız, mısrasız, gecenin şafağı unutmuş
yanı,
siyah ve beyaz.
adı vurulmamış bir his çöreklenir yüreğime,
gittikçe çoğalır.
annemi andırır, memleket gibi,
babamın sesi, doğduğum ev gibi,
bırakılmaktan korktuğum bir his bu.
mektupların yorulduğu, susadığı,
sabırsızlandığı,
uzun zamanın sevgilisine yazıyorum.
gecenin en siyah yanı,
annemin hasreti gibi çözülmüyor bir türlü.
ruhumdaki müzikle beyaz şeritler dans
ediyor.
yüz on, yüz yirmi, yüz otuz...
hasretle zincirlediğim kalbimi almaya
giderken,
kıyıda mola vermiş hayallerimi bulmak,
ne müthiş heyecan.
selektör ışığıyla kamaşan gözümde büyüttüm
ben onu.
yoruldukça dinç kalmayı öğretti bana.
hasrete umut eklemeyi, beklemeyi,
dinlenip tekrar tekrar doğmayı öğrendim.
tan ağarmaktayken yıldızların vedasını gördüm.
anlaşmalı vedaydı bu,
ay ışığında bulaşmak sözüyle…
onunla öğrendim,
annemi hayal ederek çocuklarımı öpmeyi,
bilinmez aşkın peşine düşmeyi.
özgün müziği bağrıma işleyen sevgili,
bir bardak termos çayını şekersiz içmek
gibi
dilimi burup özlemimi uyandırıyor.
gittikçe yavan duygulardan arınıyorum.
kıytırık cümleleri bir bir kopartıyorum,
şiirlerim ahenkle açsın diye.
kaldırımsız memleketten deniz şehrine
kadar,
bucak bucak ruhumu anlatıyorum.
her vilayet, her kasaba ardı ardına paragraf.