80’lik bir çınar, titrek yaprakları
sonbahar rüzgȃrına
direnmeye çalışırken, kökleri toprağın derinliklerinde… Dallarına
zaman zaman konan
kuşları dinliyor, kulaklarına bir şeyler fısıldıyor, geçirdiği kışları,
akabinde karşıladığı baharları, yazları anlatıyor.
Bu
yaşlı çınarla bir bayram pikniğinde tanışmıştık. Desteğiyle yürüdüğü yürütecini
ağır ağır iterek gelip yanımıza oturmuştu. Çok heyecanlı ve neşeliydi. Ne de olsa ömründe ilk kez bir Türk bayram
etkinliğine katılıyordu. ‘’My name is
John, John Wood’’ diye takdim etmişti kendini tüm nezaketiyle. Bir taraftan tüm
dikkatiyle çocukların oyunlarını izlerken, bir taraftan merakını giderecek
sorular soruyordu. Hayatında ilk kez belki çekirdekle tanışmıştı, komik
gelmişti belki de, bilmiyorum. Kabuklarını elimle ayıklayıp avucuna her
koyduğumda ‘’ thank you so much, you are very kind, ‘’ deyip durmuştu.
Sonrasında doğum gününü kutlamak için mesaj yazdığımda çok sevinmiş ve arasıra
ziyaretine gelebilecek bir yardımcıya ihtiyacı olduğunu anlatıp böyle bir işi
kabul edip etmeyeceğimi sorunca seve seve olumlu cevap vermiştim. Böylece
yaklaşık bir yıldır haftada iki kez 3-4 saat görüşüyoruz.
Kanada’nın
Toronto şehrinde doğmuş büyümüş, orta halli bir İngiliz göçmen ailenin tek
erkek evladı John. İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş önce, sonra Politik
Bilimler.. New York Columbia Üniversitesinde doktorasını bitirmiş, orada
evlenmiş. Tekrar ülkesine dönmüş ve British Columbia Üniversitesinden emekli
olmuş. Hindistan’da uzun yıllar geçirmiş ve Kanada- Hindistan ilişkilerinde
önemli işlere imza atmış bir akademisyen ve aktivist. Hayat hikayesi kısaca
böyle ama bana bakan yönüyle bambaşka. Karşılıklı sohbetlerimizde hissettiğim
babacan tavrı, Hindistan anılarından bahsederken gözlerinde beliren garip
pırıltı, farklı kültürlere olan merakı, çok geniş perspektifteki yaşam sanatı,
özgürlük aşkı, mücadele azmi aklıma ilk gelenler. Hayat ona Tip1 diyabet
hastalığı armağan etmiş, bir bacağının dizden aşağısını diyet olarak vermiş. Beyninde
bir tümör var, görme ve işitme yetisini büyük oranda kaybetmiş, açık kalp ameliyatı
geçirmiş . Normalde bu kadar rahatsızlığı olan birini yatakta hayal ederdim ama
John bana ölümü ayakta karşılamak gerektiğini anlatıyor hayat direnciyle.
Evlatlarını çok seviyor ama onlarla yaşamayı hiç düşünmemiş. Bir dönem kaldığı
huzurevini hapishane olarak nitelendirmiş. Ne olursa olsun orada uzun yaşamak
yerine kendi evinde ölmek istediğini söyledi birçok kez. ‘’ Hayatım boyunca
özgürlüğüm için mücadele ettim, ucunda ölüm de olsa kimsenin bunu elimden
almasını istemiyorum’’ dediğinde öyle devleşmişti ki gözümde. İnsanın ne
istediğini bilmesi ve seçimlerine göre yaşaması büyük bir cesaret.
Ölümden
konuşuyoruz bazen, ölünce yakılarak küllerinin Ganj Nehrine dökülmesini istediğinde içim
burkuluyor ama renk vermemeye çalışıyorum. Güçlü bir Tanrı inancı var, her pazar
kilise ayinine katılıyor, kilise cemaatinin hep yaşlılardan oluştuğunu söylerken gülüyor ama aslında
gençlerin dindarlıktan uzak yaşamasına daha çok üzülüyor. Baharı iple çekiyor
mesela, küçük bahçesindeki saksılara domates, salatalık, havuç dikmek için
sabırsızlanıyor. Yalnız bir adamın bir domatesin kızarmasını beklerken ki
heyecanını, susuz kalacaklar diye endişelenmesini, ağır şeker komasına
girdiğinde bile bahçesindeki birkaç fidanı düşünmesini izah etmek oldukça zor.
Her hafta aynı marketlerden aldığı neredeyse aynı ürünleri, yanında biri varken
yapmaya çalıştığı 35- 40 dakikalık rutin egzersizleri, hayatını anlatan kitabı
yazmak için harcadığı saatleri, hep aynı rotada dinlene dinlene yaptığımız
yürüyüşleri, marketteki kahve reyonunda kahve seçerken ki huzurunu, eski filmlerden, dünya politikasından,
anılardan bahsettiğimiz uzun sohbetlerimizi anlatmak ta. Çok üzgün olduğum bir
gün derdimle dertlenmiş, çok anlamlı hayat dersleri vermişti bana müşfik bir
baba gibi mesela.
Dünyanın öteki ucunda her şeyiyle
farklı bir insanla yolumun kesişip, ikliminde huzur bulacağımı kader dışında
bir şeyle izah etmek olanaksız gibi geliyor, bu yaşlı çınarın dallarındaki son
yapraklara yetişebilmiş olmakla avunuyorum. Yıllar evvel kaybettiğim
dedelerimde hasret kaldığım şefkat, anlayış ve sevgiyi aynı dili bile doğru
dürüst konuşamadığım bir sinede bulabilmek ne büyük nimet. ‘’ İnsan insanın
kurdu değil, yurdudur’’ sözünü hatırlıyorum ve bir kez daha şükrediyorum…