şule yusuf şule yusuf

hayat

Evinizin hayatında olurdu düğünler, yaz iftarları… Kadınlar ve genç kızlar için dulda yerlere salıncaklar kurulurdu. Bir ceviz ağacının altında kocaman düz bir kayada çamaşırlar tokaçlanır, aşurtmada kaynayan suyla mevsim yazsa evin küçük çocukları çamaşırın peşine bu kayanın üstünde çimdirilirdi. 

Muhtemelen eve yakın bir yerde bir çıkrıklı kuyu veya tulumba olurdu. Eski kuzine sobaların üstü atılmaz, birkaç toprak kerpiçle yerden yükseltilerek asmanın altına ocak yapılırdı. Bahçeden toplanan patlıcanlar, biberler bu ocakta kızartılır, közlenir; ocağın yanındaki semavere mütemadiyen ateş atılırdı. Evin hanımı bu işlerde öylesine mahirdi ki eliyle aldığı közleri yanma belirtisi göstermeden semavere atıverirdi. Sini böreklerini, bu kuzineden bozma ocak üstünde çevire çevire pişirirlerdi. Kâgir evler geceden arapsabunlarıyla evin genç kızları tarafından misler gibi ovulurdu. Tahtalar, bu beyazlık karşısında adeta çıplak kalıp utanırdı. Bu kadar da ovulmazdı zalımın kızı… Hem yorulmamış gibi löküs lambasının ışığında kanaviçe işlemeye de takati nerden bulurdunuz?

Hayattan ne hayatlar geçerdi… Eski evin önündeki asmanın altında yıkanırdı ölüler. Yine o asmanın altında, bağdan getirilen dut dalları kesilir, böcüklükte tek gıdası bu yapraklar olan ipekböceği yetiştirilirdi. Böcüklük; evin bitişiğine yapılır, kışları meyveleri saklamak, yazın ipekböcekçiliği yapmak için kullanılırdı. Çocukların saklambaç alanı, bazen kış nişanlarının mekânıydı. “BARAMA”  toplanırdı imece usulü. Sıra sıra koza olmuş ipekler, köyün kadınlarının elinden geçerdi. Bir düğüne gelir gibi süslenip gelirdi tüm kadınlar.  Bir ip gerilirdi alanın ortasına. Bu ipe her gelen ‘hayırlı olsun’ anlamında hediye öte beri asardı. Kimi kumaş, kimi havlu, kimi yazma… İpekböceğinin sardığı dallardan toplanan kozalar işaret parmaklarda sarılır, üzerindeki dış iplik sıyrılırdı. Ağaçtan yapılmış selelere veya selecelere konurdu. İş bitince muhteşem bir yemek dökülürdü mahir teyzelerin elinden. 

Herkes hayata kurulan sofralara oturur, bu nefis yemekleri yerdi. Cevizli haşhaşlı çörekler, su börekleri, toyga çorbası hem de hediklisinden; karışık dolmalar, baklalı yaprak sarması, fasulye kavurması, envai çeşit meyveler… Mis gibi yarma şeftalilerin de tam zamanı… 

 Toplanan baramaları, Bursalı tüccarlar almaya gelirdi. Kozalar beyaz ve lekesizse, iriyse iyi de para verirlerdi. Evin hanımı kendine de ayırırdı “barama” dediği kozalardan. Birazı seneye tohumluk olacaktır, bir kısmı ipek ibrişim. Böcüklüğün bir köşesine tülbentler içinde asılır kozalar ki fareler yemesin. Çünkü içindeki böceğin ölmediği kozalardan, bahara doğru delik açıp kelebekler çıkacaktır. Ve oraya siyah çörekotuna benzer yumurtalar bırakıp öleceklerdir. Dönüşümlerini, insana hizmet ederek sürdüreceklerdir. Diğer ayrılan kısım vakit geçmeden kaynar sulara atılacaktır. Bu tam da hayatın ortasında kurulan kazanlarda olurdu. Evin tüm kadınları bu işlemi bir büyüğünden bilirdi. Bu, kelebek kozayı delip çıkmadan, ipek zarar görmeden olmalıydı yoksa bir işe yaramazdı. İçi canlı kozalar kaynar sulara atılırdı. Mahir kadın, bir süpürgeyi bazı seri hareketlerle kozalara değdirir, bulduğu iplik ucunu bir mukavvaya dolamaya başlardı. Sonra ipek ipliği istediği boylarda belli kalınlıkta birleştirir, şırak şırak sesler çıkara çıkara, dizine vura vura ibrişim yapardı. Hem daha hiç yetmezdi; sonra onları renk renk boyar, kurutur, mukavva üstüne özenle sarardı. Uzun kış gecelerinde yazma kenarlarına bu ipek ibrişimlerden sıçandişi, domates çiçeği, papatya çiçeği iğne oyaları işlenirdi. İpeği üreten, ipliği üreten, boyayan, yazma kenarlarına işleyen, onları çeyiz sandıklarında kuşaklara bırakan bu kadın eller; hep bu avluda hayat sürerdi. Köy çeşmesi, arada gidilen şehir hamamları ya da çarşı hariç.

 Kimin hayatı büyükse etrafı çamaşır ipleriyle çevrilir, üzerine örtüler, kilimler asılır ve bir düğün salonuna dönüştürülürdü. Kına gecelerinde seyyar lambalar çekilirdi etrafa. Yarı loş hayatta sinekler, sivriler ışığa üşüşürdü. Hemen birkaç köşede tezek yakılır, sinekler kovulurdu. Genç kızlar, erkek kostümleri giyip hayata narayla dalarlardı. Çocuklar korkardı bu sarhoş taklidi yapan, kadınlara sarkan, erkek esvaplı, sagulu, kömür bıyıklı kızlardan. Annelerinin koltuğuna girerlerdi cücük gibi.

Gece dışardaki tuvalete gitmek büyük işkence olurdu. Hayatın bağlara açılan tarafından köpekler dolardı içeri. Dedelerin anlattığı in cin masalları zaten hep aklınızda. “Hay, ben senin çişine,” diyen az büyüğünüze mahcup, korka korka o küçük bedeninizi içine alacağından korktuğunuz deliğe düşmek korkunuz sizinle… ”Deliğe dikkat et, düşme,” tembihleri her seferinde kulağınızda. Neden daha küçük bir delik yapılmıyor, kim düştü ki bu deliğe, sorusu kafanızda ama hikâyenin vahametinden çekinir, soramazdınız.

 Öyle psikolojinin bulunduğu yıllar değildi henüz… inin cinin yan yana anlatıldığı, peri kızına âşık çobana inandığımız zamanlardı. Yalanını duymadığınız dedeniz, sıcak yaz günlerinde bahçedeki sedirde yatardı. O, bazı geceler cinlerin düğün alayının bağlara doğru geçip giderken kendini fark edip ‘insanoğlu var’ diye birbirlerini uyardıklarını anlatırdı. Hatta ahırdaki atları çalarlarmış. Sabah atları yorgun ve terli bulurlarmış. Mavi delikli boncuklarla yeleleri örülü olurmuş hem atların. 

Siz o bağlarda oynar… bağa açılan kapının yanındaki tuvalete giderdiniz gece karanlığında… atlarla cirit atardınız. Hayat olağanüstüydü, hayatlarda

devamını oku