İri,
ela gözleriyle ve olanca iyimserliğiyle şakıdı diğer adı gökyüzü olan kadın:
"İlkbahar kıyafetine bürünüp etrafa çiçekler saçan aşktır cancazım, tabiat
değil..."
Misafir
dediğin konargöçer olmalıydı. Konduğunda göçeceğini, göçtüğünde nereye
konacağını bilmeliydi.
Bir kadın son kurşunlarını sıkıyordu boşluğa
doğru. Aklı erdi ereli vuramadığı umarsızlığı bu sefer tam da iki kaşının
arasından vurmayı hayal ederek.
Ve anlaşılan o ki ömür uzun bir yetim kalma hikâyesiydi.
Bahar gelmişti fakat kapısını çaldığında Suzan evde yoktu. O gün
hatta tam da o dakikada sevginin asla soyut olmayan, sola/bile/n ve aslında
öle/bile/n bir nesne olduğunu öğrenmişti. Beni sevme diyen adamı artık
sevmediğini fark ettiğinde ne çok şaşırmıştı.
Dönüş hızıyla bizi yormayan
dünya, bize hissettirmese de algılarımızın ötesinde bir ivedilikle şimşek
çevikliğinde dönüyordu. Üstelik onun türlü oyunlarıydı dinlenmeye muhtaç
kalplerimizin yorulmasının en akla sığmaz sebebi...
Sevmek emre tabii bir fiil değildir. Bir kişiye yeme, içme,
oturma, kalkma diyebiliriz fakat sevme diyemeyiz...
Bir adam kendisini seven bir kadına neden “beni sevme” desin ki…
Kucağında
antika kırık bir testi vardı. Kim bilir hangi akla gelmez kaza sonucunda ağız
kısmı kırılmış, ince dokunuşlarla şekillendirildiği her halinden belli kırık
bir testi.
“Bak,”
dedi bana “antikalarımdan sadece biri
yanımda. Bunu da burada bırakacağım.”
Herkes,
bir parça göçebeydi göçebe olmasına da bazıları bir yerlere kök saldığı zannına
kapılıyordu nedense.
Kendisinden
kaçarcasına hiçbir mekâna sadık kalamayan kişileri anlamlandırmak; evine,
kasabasına, günün belli saatlerinde arşınladığı caddelere, sokağının başındaki
küçük mahalle bakkalına dört elle sarılan insanları kavrayabilmekten çok daha
zordu.
Karşımdaki
sürekli nemli, iri, ela gözlere kaçamak bakışlarla baktım. Bu gözlerdeki
tebessüm kisvesine gizlenmiş hüznü gördümse de görmezden geldim. En çok
hüznümüzden utandığımızı öğreneli çok zaman olmuştu zira.
Küçük
bir kız çocuğu cüssesinin onlarca katı büyüklüğünde bir gardırobun içinde tek başına
evcilik oynuyordu. Sırtını dolabın buz gibi suntasına dayamıştı. Kulağı
kirişteydi. Dışarıdan gelecek en ufak sese dikkat kesilerek ayaklarının
ucundaki sarı saçlı bebeğini uyutuyordu. Bilindik ninnileri sessizce tekrar
ediyor, sadece bebeğinin işiteceği bir tonda “Uyusun da büyüsün. Tıpış tıpış
yürüsün,” diyordu. Cansızlığını henüz algılayamadığı düş kaçkını bebeğinin
tıpış tıpış yürüyeceği zamanları hayal etmeye dalmıştı bir yandan. Acaba onunla
sek sek oynar mıydı uzun kirpikleri şu anda yarı kapalı olan plastik bebek?
Beşikte
uyuyan kardeşinin derin soluk alış verişlerini dinliyordu küçük kız. Kardeşi
henüz dış dünyada olup bitenleri algılamadığı için ona oranla şimdilik daha
şanslıydı. Evlerindeki sert esen rüzgârlar minik bebeğin yumuşak tenine değiyor
ve yok oluyor gibiydi.
Suzan
içindeki küçük kıza ve kardeşine bakarken, yaklaşan tok bir ayak sesi
işitti.
“Mutsuzlar
yalnız değiller ne yazık ki… Keşke yalnız olsaydık ya da azınlık. Gerçek sır
içimizde. Özümüze, en derinimize inersek keşfedeceklerimizin kâinatın öbür
ucuna gittiğimizde keşfedeceklerimizden farkı yok,” diye düşündü. Parça bütünden haber veriyordu her zaman.
Kanat
vurmak, kanat vurmadan önce nereye gideceğini dahi bilmeden uçuvermek
istiyordu. Asi ve gezegen ruhunun her sabah başka bir yerde uyanması
gerekiyordu. Aksi olursa kalbindeki, sebebi uzun hikâye, mutsuzluk hissini iri ela gözleri onlara her
değen kişiye söyleyiverecekti.
Aynaya baktı Suzan. Aynada iki genç kız
konuşuyorlardı. Henüz felekle tanışmamış iki genç kız gülümsedi Suzan’a.
Birinin kumral saçları vardı, diğerinin omuzlarına dökülen uzun bukleleri tatlı
kestane rengindeydi.
“Biliyor musun? Biz konuşunca
meleklerin hissettiği bir koku yayıyormuşuz. Bu kokuyu sadece melekler
hissederlermiş. Eğer iyi sözler söylersek başımıza toplanırlar, kötü sözler
söylersek bizden kaçarlarmış.”
Her insan bir adaydı, nasıl da keşfe
muhtaçtık her birimiz.
“Sen masal gibisin
cancazım. Bildiğin masal… Tatlı, hoş, kalbe ferahlık eken bir masal”
Altın kalpler
paslanmıyordu fakat bazen unutmak ve bazen de hatırlamak istediğimiz ne çok şey
vardı.
Suzan, “Bu iki genç
kızdan hangisi bendim acaba?” diye düşündü.
Dünyayı
kırık bir testiye, insanı bu kırık testiden toprağa sızan suya benzetenler ne
kadar haklıydılar. Feleğin tekdüze vuruşlarından darbeli dünyada daimi
kalamayacağımızı aklı eren herkes bilse de acemi tutunuşlarla dünyevi olmak
azmindeydik, ne garip... Gidenler gittikleri yerden haber etmezlerken, kalanlar
kaldıkları yere karşılıksız bir aşkla sevdalıydılar. Vefasız sevgilileri vurdukça, ona olan bağlılıkları
artıyordu.
Söz kuş gibiydi, kalplerimiz kafes… Bilmedik
hapsetse miydik hapsetmese miydik?
Aynadaki
iki yansıma hala konuşuyordu. Sanki onlar hiç susmamışlardı, hep
konuşacaklardı.
“Allah
erkeklerin beyinlerinin yerini değiştirsin. Daha farklı düşünebilirler belki
böylece.”
“Yanlış.”
“Neden
ki?”
“Allah
onları öyle yarattı. Bizim bilmediğimiz, O’nun bildiği çok şey var.”
“Bilmiyorum,
keşke diyorum bazen, keşke böyle olmasalardı.”
“Keşke
mi? Keşke aklımızın en sığ kaçış noktası. Erkeklerin içinde de iyiler ve
kötüler var. Baksana dünyada milyarlarca erkek var, hepsini aynı kefede
tartamayız.”
“Kötüler
yüzde doksan desek olmaz mı?”
“Olmaz.”
“Bence
oran bu.”
“Olsun
biz yine de iyi adamları sevmeliyiz.”
“İyiler
var, fakat az.”
“Kötüler
hep var olacak.”
“Tabi
ki. Onları Allah ıslah etsin.”
“İyileri
de akıllı kızlar kapıyorlar…”
“Ben
akıllı bir kız mıyım, bilemedim hiç. Kendime not veremedim.”
“Aslında
akıllı kız...”
“Eğer
kendime not verseydim sıfır olurdu.”
“Karşısındakinin
içindeki iyiyi besleyen ve ön plana çıkarandır belki de…”
“Belki
de.”
“Ben
hiç akıllı değilimdir romantik işlerde.”
“Ben
de değilim.”
“Sevmeyi
bilirim de sevilmeyi beceremem ve hazmedemem.”
“Neden?”
“Bu
konuşmalarımızı günlüğüme yazacağım.”
Yoksa
Suzan bir aynaya değil de yaprakları sararmış bir deftere mi bakıyordu? Harfler
kargacık burgacıktı. Sanki zaman, eskiden düzgün olan harfleri bir değirmene
atıp öğütmüş, geriye kalanların şekilleri git gide bozulmuştu. Hayret hala ve
inatla okunuyorlardı.
Soğuk
bir kış günüydü. Genç bir kadın ayakları karlara bata çıka ilerliyordu. Gökyüzü
griydi. Sevimli ve oyunbaz mavilikler kesif bir griliğin ardına
gizleniyorlardı. Kadının aklına çocukken oynadığı saklambaçlar geldi. “Sağım
solum sobe, saklanmayan ebe…” dedi kendi
kendine. Hava soğuktu fakat bulutlar ılımlıydı. Ne kadar sakin, ne kadar
umursamaz göründüler o anda gözlerine.
Karnında
yumuşacık tekmeler atılıyordu, bu tekmeler için daha sağlam basmalıydı ayakları
yere. İkinci bebeğiydi gelecek olan. İlki, evim dediği üç göz odadan birinde
dertten tasadan azade uyuyordu.
İçeride
boğulmuştu da Suzan kendini zor atmıştı dışarı. Yürümek yürümek, arkasına
bakmadan uzaklara gitmek istiyordu. “Geri dönüp meleğimi de alıp gitsem mi,”
dedi. Ayakları ister istemez aksi yöne döndü.
Yavaşça
tükenmek tam olarak buydu… Yanında gürültülü seslenişlerle nefes alan adama
baktı.
Oysa
kadın ebabildi.