Doğu’nun Paris’i diye tasvir edebileceğim bir yere
doğru bu seferki yolculuğumuz. Çoğu yerinde altın sarısı ile koyu grinin iç
içe geçtiği, Rus ve Kafkas izlerinin hemen hemen her yerde görülebileceği Baltık
mimarisinin izlerini taşıyan evler, buraya ulaştığımdaki ilk izlenimlerimin
başında geliyor. Nasıl diyeyim; kimi yerde cıvıl cıvıl aydınlık sarıyı görünce
içiniz açılıyor, kimi yerde ise tam tersi kapkara siyaha yakın koyu gri bunaltıp
üzerinize kasvet tozu üflüyor.
Bir de kuvvetli rüzgâr, sırtınızı yumruklar gibi, “Buz gibiyimdir ben. Kışın karayel olur kara dönerim. Ama öyle böyle değil.
Kars’ı aylarca esir alırım. Yazın ise tatlı tatlı eserken birden poyraz ile
meltem arası oluveririm. Bu yüzden sen bana hiç güvenme. Üşütür hasta ederim,”
diye uyarılarda bulunuyor sanki. Gerçekten de içim ürpermeye başlıyor. Otobüse
gidip üzerime kalın bir hırka aldıktan sonra Kars sokaklarını keşfe çıkıyoruz.
Osmanlı Rus savaşı sonrası Kars’a hâkim olan Rusların yaptığı binaları gezmeye
başlıyoruz. Yazımın başında da
belirttiğim gibi sanki Kraliçe Katerina’nın bu sokaklarda gezindiği izlenimine
kapılıyorsunuz. Ama ara ara karşımıza çıkan meşhur Kars kaşarı ve balını satan
küçük dükkânlar görüntüyü bozsa da endamlı süslemeli binaları gezmenin keyfini
bozamıyorlar. Binaların genelde tek katlı dikdörtgen ya da iki katlı olarak
inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Küçük dükkânların önünde sandalyeleri üzerinde
oturan yaşlı dedeleri, amcaları görüyoruz. Hemen yanı başlarındaki semaver de
sohbetlerine eşlik ediyor. Çay Erzurum’da olduğu gibi buranın da vazgeçilmezi.
Özellikle soğuk kış gecelerinin başmisafiri olduğunu öğreniyorum girdiğim bir dükkândan.
O kadar misafirperverler ki… Her dükkândan bir ses yükseliyor. “Buyurun bir çay
ikram edem… Açsanız yemeğimizde var…” Anadolu insanı bambaşka.
Sokakları gezerken karşımıza Baltık mimarisine
uygun olarak kesme bazalt taşlarından inşa edilmiş Kars Sanayi ve Ticaret odası
çıkıveriyor. Ruslar binayı kışlık konak olarak kullanmışlar. Gündüz çok güzel
ama bence gece altın gibi parlayan aydınlatılmış haliyle ayrı bir güzel bu
bina. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Sanayi Odası olarak kullanılan bina,
halen aynı görevine devam ediyor. Ayrıca Atatürk’ün burayı ziyaret etmiş
olduğunu gururla ifade ediyor yanımızdan geçen ve bizim turla buraları keşfe
çıktığımızı anlayan yaşlı bir amca. Yol boyunca eskiden Rus Konsolosluğu olarak
faaliyet gösteren bir bina ile karşılaşıyoruz. Bu binanın süslemeli demirli
balkonu muhteşem. Kendimi bir an bu güzel balkonda arya söyleyen bir soprano
gibi hayal ediyorum. “La…. La……la….” ve konserim sona erince beni alkışlayan
insanları görür gibiyim. O da nesi? Beni alkışlamak yerine “Bu tur Aslı’yı epey yordu galiba. Baksanıza
gözlerini kapatmış, şarkı mırıldanır olmuş,” diyerek dürtükleyen Alperen Bey
değil mi?
Fotoğraf :www.panoramio.com / Seref Halicioglu
“Of! Alperen Bey, siz hiç rüya gibi bir şehirde
olup da rüya görmez misiniz?” diyerek yürümeye başlıyorum. Karşımıza bu seferde
sarı ile beyazın ancak bu kadar güzel uyum yakaladığı Eski Vali Konağı çıkıyor.
1921 yılında Kars’ın kurtuluşunu kesinleştiren Kars Antlaşmasının bu binada
imzalandığını ve Güneybatı Kafkas geçici hükümetine ev sahipliği yaptığını
öğreniyoruz. Bu arada binanın yapılışıyla ilgili bir de hikâye varmış. 1883
tarihli bina kıvrak zekâlı Erzurumlu bir tüccarın konağıymış. Kent Ruslar
tarafından işgal edilince halk arasında yağ ve şekerde domuz yağı olduğu
söylentisi yayılmış. Bu nedenle halk Ruslardan alışveriş yapmayı reddetmiş. Bu
durumu fırsata çeviren Erzurumlu bir tüccar da kente memleketinden halis muhlis
ürünler getirip parayı kırmış. Bunlardan elde ettiği paralarla da konağı
yaptırmış. Uyanık Dadaş… O kadar çok sayısız
tarihi bina var ki… Sanki Paris’in ünlü
sokaklarında geziyormuş gibi hissettiğimi söylemeden edemeyeceğim.
Buradan aralara kurulan küçük dükkânlara
çeviriyoruz yönümüzü. Bu dükkânlardan Kars kaşarı alışverişimizi yapıyoruz. Aldıklarımızı
otobüse yerleştirdikten sonra rehber önde biz arkada Kars Kalesi ile Taş Köprünün
olduğu yere doğru yürümeye başlıyoruz. Kars Kalesi, Selçuklu Döneminde inşa
edilmiş. Kale, Osmanlı Döneminde restorasyon edilmiş. Taş Köprüye gelince taş
köprü Osmanlı Döneminden kalma bir köprü. Kobalt ve kesme taşlarla yapılan
köprünün üzerinden kaleyi izlemek apayrı bir duygu. Köprünün altından gürleyerek
akan Kars Çayı da “ Hoş geldiniz” diyerek karşılıyor bizleri. Köprünün üzerinde
adeta mankenlik yarışına giriyoruz turdakilerle. Birisi diyor: “Beni kaleye
karşı çek,”, diğeri diyor: “Taşköprü görünsün.” . Fotoğraf çekme müsabakamızı
rehberin düdüğü ile sonlandırmak zorunda kalıyoruz.
Zira On İki Havariler Kilisesini gezdikten sonra
öğle yemeği molası vereceğimizi söylüyor rehberimiz. Oksijenin yüksek olması
her nedense beni hiç acıktırmıyor. Aksine daha çok gezip görmek istiyorum bu
küçük Paris’i. Rehbere de söylenerek söylüyorum bu isteğimi. Rehberimiz ise
öğle yemeği sonrası hemen hemen 2 saate yakın yol yürüyeceğimizi çünkü
rotamızın Ani Harabeleri olacağını söylüyor.
On İki Havariler Kilisesine gelince, şimdilerde
kümbet camii olarak kullanılıyor. Dışarıdan tam bir Selçuklu kümbetine benzeyen
kilise, 10.yy da Belgrat Kralı Abas tarafından Ermeni Gürcü kilisesi olarak inşa
edilmiş. Bu yapı o dönemde ibadethaneden ziyade Hıristiyanlık için büyük bir
kutsallığa sahip On İki Havariyi anmak için yapılmış. Rus İşgalinde Rus
Ortodoks Kilisesine çevrilen kilise, Türk hâkimiyetine girince Kümbet Camii
olarak değiştirilmiş. Camiinin içine girerken başımıza eşarplarımızı takarak
sade döşeli içini geziyoruz.
Fotoğraf orientalizing / Flickr
Ardından Kars yemeklerinin tadına bakmak için
merkeze dönüyoruz. Kars mutfağının baş yemeklerinden bazılarını sayacak
olursam: Tandırda Kaz Asması (kaz eti bu yörede çok sevilen bir et türü) ,
Hergel ( mantıya çok benziyor), Hörre ( un çorbası), Haşil ( bulgurdan yapılan
bir yemek) , Piti ( kuzu etiyle yapılan bir yemek ama tam bir kış yemeği
olduğunu söyleyebilirim) , Hasuda ( undan yapılan bir tatlı) . Eşsiz yemek
ziyafetimizden sonra Ani Antik Kentine çeviriyoruz rotamızı.
Yanımıza su şişelerimizi aldıktan sonra uçsuz
bucaksız Ermenistan sınırının dibinden başlıyoruz yürümeye. Ani Harabelerinin efsanesi
eşliğinde.
Bir
ırmağın ayırdığı iki ülke varmış. Birinin tüccarları diğer ülkeye gelir
giderlermiş. Onlar iyi tüccarlarmış, dürüst tüccarlarmış. Ülkenin başında da
iyi ve dürüst yöneticiler varmış. İyi anlaşırlar, kimsenin hakkı kimsede
kalmazmış. Ama bir gün hükümdar ölmüş, yerine başkası geçmiş. Tüccarlar gelip
de hükümdarı değişmiş görünce, bakmışlar ki adet usul de değişmiş. Yetimin
hakkı yeniyor, masumun malı gasp ediliyormuş. Yargıçların vicdanları alınıp
satılıyormuş pazarlarda. Adalet de kalmamış mülk de kısacası. Kaybettikleri
mala akçeye değil de, taşlaşmış bu yüreklere vahlanan tüccarlar “taş
kesilesiniz” diye beddua etmişler. Aniden koca kent taş kesilmiş ve o günden
sonra şu isimle anılır olmuş: Ani.”
Ani Antik Kenti demişken biraz bilgi vermeme ne
dersiniz? M.Ö 961- 1045 yıllarında Paraduni Hanedanlığı Döneminde Ermeni hükümdarlarına
başkentlik yaptı. Türklerin Anadolu’ya yaptıkları ilk cami burada yer almakta.
Ayrıca ilk Zerdüşt tapınağı Ateşgede de burada. Hep ilklerden gitmişken
Türklerin Anadolu’da yazdıkları ilk kitabe de Ani’de. Adının yukarıdaki
efsanenin yanı sıra Urartuların yer tanrıçası An’dan aldığı da bilgiler
arasında.
Kırk kapılı ve kiliseler diyarı Ani Kentimize meşhur
resimli kilise ile başlayalım diyor rehberimiz. Çünkü Ani’nin simgesi haline
gelmiş bu kiliseye gidebilmek için korkulukları olmayan doğal merdivenlerden
inmek zorundayız. Birbirimize destek olarak aşağıya inmeyi başarıyoruz. Eğer
dikkat edilmezse uçurumdan yuvarlanıp Ermeni sınırına doğru hızlı bir geçiş
yapmak an meselesi.
Resimli Kilise’nin dışından aşağıya doğru bakınca
Arpaçay nehrinin berrak görüntüsü ile yemyeşil bir ormanlık alanın aşklarına şahit
oluyorum. Tam karşımızdaki Ermenistan’a el sallıyorum. Sonra kilisenin içine giriyorum. Her yeri
freskler kaplı kilisenin 1215 yılında Anili bir tüccar olan Tigran Honets
tarafından yapıldığını söylüyor rehberimiz. Hz. İsa’nın doğumundan ölümüne
kadar ki sahneler tasvir edilmiş. Sonrasında ise yürüyerek, heybetli büyük
katedrale doğru ilerliyoruz. Tepemizden güneş de kavurdukça kavurmaya devam
ediyor. Antik kentte eserler birbirinden o kadar uzak yerlere yapılmış ki… Tüketmeye yetiyor.
Çevresinde dev kalenin tahribata uğramış kısımları
da çok ilginç. Ani’nin bir de yer altı şehri olduğunu öğrenince merakım daha
çok artıyor. Buranın bir diğer adı da kiliselerin çok olmasından dolayı Binbir
Kiliseymiş. Gerçekten burada adını sayamayacağım küçük büyük bir sürü kilise
mevcut.
Ebul Menuçer Camisi ve Ateşgeda’yı gördükten sonra
otelimize gidiyoruz. Tabii otele yerleşip yemeği yedikten sonra kim tutar bizi.
Gece keşfine çıkıyoruz küçük Paris’i. Gündüz gördüğümüz binalar, aydınlatılma
konusunda yarışıyorlar. Sadece Paris değil, tüm Avrupa’nın şehirleri halı gibi
seriliyor ayaklarımızın altına. Kafeler, pastaneler, daha neler neler…
Ardından otele dönüyoruz. Sabah kahvaltısından
sonra durağımız Sarıkamış oluyor. Sarıkamış adını duyunca vücudumda bir ürperme
oluyor. Dile kolay 1.Dünya Savaşı
yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Rusya’ya karşı düzenlediği Enver Paşa
komutasında düzenlenen ve 90.000 askerimizin donarak ölmesiyle sonuçlanan bir
başarısızlık örneğidir Sarıkamış. Allahuekber Dağlarında eksi 30 derecede
askerlerimiz nereye gittiklerini, neyle savaştıklarını bile öğrenemeden
donmuşlar. Sarıkamış’a vardığımızdan
donarak şehit olan askerlerimiz için yapılan sembolik şehitliği ziyaret
ediyoruz. Burası o kadar hüzünlü ki… Gözlerim doluyor, ağlamamak için zor
tutuyorum kendimi.
Ardından Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesine
gidiyoruz. Binanın girişinde orada donan askerlerin çarıklarının içine mumlar
yerleştirilmiş bir odaya giriyoruz. Karşı duvarda da simülasyon çalışmalarıyla soğuk
bir karayel eşliğinde yürüyen askerleri görüyoruz. Bu odadan çıkınca yaralı
askerleri tedavi eden doktorların olduğu bölüme geçiyoruz. O dönemi yaşadığımı
hissediyorum. Rüzgârın soğuk nefesi her yerde…
Daha sonrada Kanlı Tabya ve Kazım Karabekir Paşa’ya
Rusların Kars Antlaşmasını imzalamaya geldiklerinde beyaz atların karşılığı
olarak içinde çalışma ofisi olan gezi amaçlı beyaz vagonu da görebilme şansımız
oluyor. Beyaz vagonun içi antlaşmanın imzalandığı fotoğraflar, küçük bir soba,
masa ve bir koltuktan oluşuyor. Bir de Kazım Karabekir Paşa’nın Ruslara karşı
gösterdiği başarılar ile Kafkas Cephesini anlatan bir pano göğsümüzü
kabartıyor.
Doğu’ya yolunuz düşerse Kafkas
kültürünü yakinen tanıyabileceğiniz,
sokaklarında Rus bohemini duyumsayabileceğiniz, “Bu gala gaşlı gala,
cıngıllı gaslı gala, korkirem yar gelmiyer, gözlerim yaşlı gala” eşliğinde dans
ederek tüm samimiyetiyle gözleri yaşlı Kars’a uğramayı unutmayın.