fatma pekşen fatma pekşen

muz kremalı pasta

El alışkanlığıyla dokundu elektrik düğmesine Samet. Henüz erken olduğunu, ışıkları yakmadığını unutmuş görünüyordu. O, gençlere has ekşimsi ter kokusunun sindiği odasını, yatağının üzerine rastgele savrulmuş pijamalarını, ıslak havlusunu umursamazca süzdü. Düğmenin üst yanına sıkıştırılmış anasının fotoğrafını eğildiği biçimden kurtarıp, düzeltti ve kapıyı çekti. Hemen sonra da pişman olmuş gibi geri açtı.

İri adımlarla yatağının yanı başındaki kendine ait eşyaların bulunduğu masanın başına gitti. Küçük bir tıraş aynasının, deodorantının, çakmağının, anahtarlığının ve kendisinin güzel bir pozunun bulunduğu çerçevenin yanı başından kutuyu alıp; gözlerini kırpıştırarak, boynunu sağa sola çevirerek, tepeden tırnağa bedenini kokuya beledi ve yeniden iri adımlarla odayı terk etti.

Sokak kapısını gürültüyle kapatırken, içinden “Gebersinler ikisi de. Nasıl olsa duymazlar.” diye düşündü. Sabaha kadar asalaklar gibi o salon senin bu salon benim dolanırlar, onun artığını bunun yarım kalmışını yer, içer, tutuşturulan kadehleri boş çevirmezler, sonra da “ev” adı verilen bu yere gelip sızıp kalırlardı.

Her seferinde eğilen ve her seferinde de düzelttiği fotoğraftaki kadın, öz anası “Saniye” duraydı, şimdi onu gönderir miydi böyle aç açına? Bulup buluşturur, ne yapar eder iki bardak çayı kaynatır, iki dilim ekmeğe yağı reçeli sürüp sokuştururdu ağızcığına. Hem de o her zaman kırmızı duran yanaklarını şişire şişire, “Ölümü gör bak, bu son. Vallahi de billahi de tallahi de daha vermeyeceğim” derdi...

Ama bunlar... Babasının yeni karısı “Huriye” ile öz babası… Hoş anasının zamanında da soğuktu ya babası olacak adam. Huriye’yle elbirliği yapalı daha da soğuklaşmıştı. “Erciyes” de neydi ki bunun yanında? Palandöken, Kartalkaya, cümle doruğu kardan kalkmayan dağ daha sıcaktı. Hem anacığı dursaydı, şimdi böyle sabahın köründe işe değil okula gider olurdu.  Çalışkan olmaya çalışkan değildi. Kabul; ama liseyi bitiremeyecek kadar aptal hiç değildi. Ne yapar eder bitirirdi. Eller iki senede bitirirse, kendisi de üç senede bitirir, anasının deyimiyle “kapı gibi şahadetname”yi kucaklardı.

Daha anasının kefeni bile kurumadan ablasını ta huduttaki bir köye gelin vermiş, haber bile almaz olmuştu babası. Ne eder, ne yapar merak bile etmemişti. Aynı sokakta oturan canciğer arkadaşı Nevin de olmasa, haberleri olmayacaktı yaşadığına dair… Bir oğlu olmuş, kocası içki içiyormuş, arada bir dövüyormuş, kimin umurundaydı ki? Erkek değil miydi, helaldi bunların cümlesi. Öyle kedi gibi soba dibinde oturacak değildi ya. Kızınca “el”leri dövecek değildi; gücü evdekine yetecekti tabii. İçecekti de. Kime neydi ki bundan? Kendi maaşından ödemiyor muydu aybaşında? Erkek dediğinde her ayak olurdu.

“Elbette kendi maaşından ödüyor. Sizin gibi asalak değil hiç değilse!” diye söylendi Samet; kızgın kızgın adımlarken sokağı. Ya kendileri ne yapıyordu? Çiçekçilik! Hani çiçekçilere, çiçekçiliğe karşı olduğundan değildi de, işte... Gene de... Alışık olmadıkları bir meslekti enikonu. Huriye karısının fikriydi bu. Anası gibi örgü örecek birisi değildi bir kere. Anacığı gün yüzü görmeden o gürültülü makinesi ile örmüş örmüştü de ne olmuştu ki? Bağırta çağırta elinden almıştı babası. Hem de kendisi gibi berduş takımından arkadaşları ile bir akşamda halletmişlerdi günler boyu emek çekerek ortaya getirdiklerini... Bir insanın elinde terzilik gibi, gül gibi mesleği dururken ne arardı ki sarhoş berduş takımının yanında?  Ama... Anacığı eve bir hayrı olmayan kocasına rağmen, kızını dikiş nakışa göndermiş, oğulcuğunu orta ikiye kadar okutmuştu işte. Kıra sara, saklaya gizleye becermişti. Para veremediyse de kazak örerek takas etmişti birçok şeyi alırken…

Ne zamanki anaları evlerini beyaz urbasıyla terk etmişti, ne zamanki ablası huduttaki köye sağlık memuruna gelin gitmişti, ne zamanki eve Huriye karısı “anne” kisvesiyle adım atmıştı, her şeyin adı değişmişti işte. Havası, suyu, şekli, şemaili, rengi, kokusu, her şeyi... Okuyup da ne olacak? Kız kısmı on beşinde ya kocada, ya mezarda… Evde oturmuş da ne yapmış eskisi? Günyüzü görmediği için çürüyüp gitmiş, “Ben onun gibi hapis kalamam”lar filan...

Tekin bu sene üniversiteye hazırlanıyordu bak. Şartlar değişmeseydi, belki aklını başına biraz daha toplar; onunla birlikte aşık atmaya kalkar, kendi boyunda bir okulu tuttururdu bile. Geçen gün okuldan çocuklar çalıştığı yere gelip güle oynaya yiyip içip gitmişlerdi. Önce gözlerine görünmek bile istememiş, ama işyeri sahibinden zılgıtı yiyince de mecburen, alı al moru mor hizmet etmek durumunda kalmıştı içi yanarak. Tekin, Gamze, Nuri, Elif, Esma, Mustafa ile tanımadığı bir kız gelip büyücek bir masaya yaslanıp yaş günü kutlayacaklarını söyleyerek, bir sürü sipariş vermişlerdi.

O tanımadığı, ama tavırlarından şımarık birisi olduğu sezilen kız abartılı hareketlerle, türlü naz ve cilveyle mumunu üflemiş, okulu asıp gelmenin verdiği taşkınlıkla güle oynaya kestiği pastasını kendi elleriyle diğerlerine ikram etmişti. İki sefer göz göze gelmiş olmalarına, bal gibi de tanımasına rağmen Tekin, hiç oralı olmamış, yanındaki arkadaşlarıyla gülüşe hoplaşa eğlenmiş, bahşişini de bırakarak çekip gitmişti. Arkalarından masanın meşrubat dökülmüş örtüsünü değiştirmiş; bardakları, tabakları kaldırırken, tabaklara bulaşmış muz kremalı pastanın, -özellikle kızlar tarafından kibarlık gösterisi olarak- mahsus bırakılmış yarım dilimini çöpe dökerken, içinden “Zıkkım yiyin e mi! Zıkkım yiyin!” diye haykırmıştı. Gözlerine yürüyen yaşı, üst üste yutkunmalarla geri göndermiş, elleriyle yaptıkları bu güzel yiyecekleri heba eden insanlara öldürecek kadar hırslanmıştı.

Annesi, ömrü boyunca böylesi pastane işi pastayı ya yemişti, ya yememişti. Ablası gene öyle. Belki oralarda. Kim bilir? Köy yerinde nereden bulacaktı ama olur ya… Bir gün yolu şehre düşer de, eniştesi olacak o adam “Hadi gel, şurada soğuk bir şeyler yiyip içelim.” der de ablası da tatmış olur, dışarı işi lezzeti… Cümle anaç kadınlar gibi çatalın ucuyla kucağındaki oğlanın ağzına da sokuşturur bir iki lokma. Oğlan önce zorla açtığı ağzını kapamak istemez belki de. Ablası sadece bir lokma aldığı tabağı oğlana yedirir de, kocası olacak adam farkına bile varmaz tabağını sıyırırken.  Olma ihtimali yok ama gene de hayal kurmak güzel şey...

Hani iki gün sonra kendi yaş günü ya, ablası burada olmuş olsa, kendi aylığından kesilmek suretiyle muz kremalı kocaman bir pastayı kucaklayıp eve getirse, o eline iş yakışır haliyle hanım hanımcık hareketlerle kocaman dilimlere bölüp herkese sunsa, oğlana da iki dilim. Ne güzel olur ya, ne güzel olurdu… Ama onlar hudutta. Onlar Türkiye’nin ta öbür ucunda. Tulum çalarak coşan insanların memleketinde. Onların yüzü değil, sesi bile uzak. Hele kendisine “dayı” diyecek olan çocuğun sesi... Buzullardan gelir gibi. Beş yaşlarında olmalı yeğeni...

“Şııışşşt Samet! Samet!”

İrkildi genç Samet. Nevin’di. Ablasının arkadaşı, gitmeden önceki can ciğer dostu, sırdaşı Nevin. Kendisinden topu topu iki yaş büyük olan Nevin.

“Sen miydin Nevin abla?”

“Hani abla demek yoktu Samet!”

“Şeeeyyy, yani...”

“Ablana abla demiyorsun ama... ‘Demet’ diyorsun alabildiğine”

“Öyle de...”

“Bak ne diyeceğim sana. Zamanın var mı?”

“Var” gibilerinden boynunu yana çarpıttı delikanlı. Kolundaki saate göz atarken daha yarım saat olduğunu düşünüyordu mesaiye. Rahatlıkla yetişirdi işe. Ablası oğlunun fotoğrafını göndermiş. Umuruna almış olsa; eve, dedesine de yollarmış ama ilgi çekmeyeceğini bildiğinden yollamamış işte. İki gün sonraki yaş gününü, kendisi aracılığıyla kutlamak istemiş. Bir de yazmış ki kendisine bir kız arkadaş ayarlasın da o evden uzaklaşmanın yoluna baksın. Evleneceği, aklı başında bir kız. Kendisi her ne kadar fazla rahat değilse de bulunduğu durumdan memnunmuş. Huriye hanım ile o duygusuz babası ile oturmaktan daha iyi imiş. Gündüzleri, oğluyla baş başayken çok daha mutlu oluyormuş… Samet başı önünde dinledi bunları. Ablaydı ne de olsa, ana yarısıydı. Ana kokusuydu. Ta nerelerden düşünüyordu kendisini. Nemli, ıslak, dağlarla tepelerle çevrili, tulum sesiyle coşan memleketin havasına kendini kaptırmıyor da evde bıraktığı kardeşçiğine kafa yoruyordu…

Yaş günü kutlamak, arkadaş edinmek... İyi, iyiydi de o dediği türden kız arkadaşı nereden bulacaktı? Ardında sevecen bir anne babasının olduğunu bilebilse... Saran, kuşatan, paylaşan... Şimdi tutup bir kız arkadaş edinmeye kalksa, yani evlenmek maksatlı, askerliği vardı bu işin; hem para getirecek düzenli bir işi de yoktu. Hadi kızı buldu diyelim, üvey kaynana yanına kim evladını verirdi ki? Ya da hangi kız bu şartlarda güle oynaya gelirdi? Kim gülen gözlerle bakardı kendisine?

“Ne düşündüğünü anladım Samet.”

“...”

“Gene de vardır birileri”

“Şeeeyyy…”

“Senin gibi yakışıklı delikanlıya kim karşı çıkar ki?”

Üstüne basa basa yakışıklı olduğunu söyleyen kıza minnetle baktı genç adam. Haklı olabilirdi karşıdaki. Kim bilir belki de çıkardı birileri. Bu sahipleniş içini ısıtmıştı bir parça. Pek de yalnız olmadığını düşündü.

“Bu bir geçiş dönemi Samet. Birkaç yıl sonra dönüp baktığında hiç yaşamamış gibi olacaksın bu günleri”

Ah keşke! Nerede o günler? Böyle konuşması için ablası mı rica ediyordu; yoksa kendiliğinden mi konuşuyordu Nevin? Ablasının arkadaşı Nevin. Annesinin zamanında, arada bir öğlen yemeğini beraber kaşıkladıkları Nevin… Ama hangi kanaldan gelirse gelsin, kara bir tülle bağlanmış olan umutlarının üzeri açılıyordu. Yüreğine su serpilir gibi oluyordu. Bahar yeli gibi ılıkça…

Evin o sıkıcı havasından kurtaracak bir arkadaş, bir şifa dağıtıcı, bir telkinci, bir sırdaş... Yani, illa da evleneceği kız mı olmalıydı bu? İçini dökeceği bir dost olsa ne olurdu ki? Dinleyen, dinleyen, dinleyen… Hep dinleyen biri...

“İki gün sonra akşamüstü, iş çıkışında yani...”

“Eeee… ?”

“Diyorum ki Belediye Parkı’nda otursak biraz.”

Saatine kaçamak bir göz atarken, fısıltılı bir sesle cevap verdi delikanlı:

“Olabilir!”

Evde yolunu bekleyen birisinin olmasını ne kadar isterdi şimdi. Arada bir -patronun yüzünün asılmasına sebep olan- pastane çalışanlarına evden gelen telefonlardan biri de kendisine gelseydi keşke. Deselerdi ki “Eve erken gel Samet. Akşam halanlar gelecek.” Yahut da “Bugün yaş günün ya oğlum. Akşama yemeği dışarıda yiyelim diyorum. Çok geç kalma, oyalanma arkadaşlarının yanında. Biz uğrar alırız seni.” Ya da o önceleri canciğer olduğu “Tekin” olsaydı telefonun diğer ucundaki: “Arkadaşlarla seni epeydir görmediğimizi anladık be Samet! Bugün bize takıl be oğlum. Hasret giderelim…” Keşke, keşke böyle bir telefon da kendisine eden olsaydı. Keşke gelen telefon yüzünden patrondan bir zılgıt da kendisi yeseydi. Huriye Hanım bile açsa sevinirdi buna. Özünün yerini tutmasa da anne yerine koyup, sevinebilirdi. Anne yerine koyup elini öpebilirdi “Uzun ömürlü ol oğlum” dediğinde göklere değebilirdi başı. Bulutlara öpücük kondurup inebilirdi geri. İnmezdi hatta. Dolanır dururdu telli turna gibi…

Aslına bakılırsa o kadar da fena değildi üvey anne olmak. Cengiz’inki de üveydi ama o Huriye Hanım gibi değildi. Yağmur yağdığında okula kadar şemsiye dahi getirirdi Cengiz’in ciciannesi. Sevgisini gıdım gıdım değil yudum yudum veren bir kadındı. Gözleri dolar gibi oldu delikanlının. Bir keresinde kendi annesi de gelmişti okula. Kalın bir hırka getirmişti hem de, rüzgârlı havada üşütmesin diye. Zaten birkaç ay sonra da... Yutkundu…     

Krema poşetini süt dolu koca kaba boşaltırken, asık suratıyla kendisini süzen patronuna baktı göz ucuyla. Ağzını açmasa da “Oyalanma! İşini dikkatli yap! Etrafını temiz tut! Müşteriden şikâyet gelmesin!” ikazı gizliydi bu bakışta. Mutlaka diğer çalışanlara da böyle bakmıştır Sezai Kocabaş. Hem de aynı ifadelerle. Bu bakışın arkasında Huriye karısı gizli gibiydi. Ya da kendisine öyle geliyordu.

Sahi niye diğer çalışanlar da kendisi gibi hep böyle uzun-inceydi ki? Bu bir tesadüf müydü? Daha önceleri farkında değilse de şimdilerde dikkat eder olmuştu; pastane görevlileri de lokanta görevlileri de hep aynı tip gibiydi. Sanki garsonlar ve benzeri işte çalışanlar için tek tip elbise yapılmıştı da, hizmet edenler onun içine girmeye mecburdular. Onun için birbirine benzeyen tipler, birbirinin benzeri işlerde çalışıyorlardı. Aynı konuşma biçimleri, aynı yürüyüş, aynı davranışlarla... İşte birbirine benzeyenlerden birisi, kek hazırlama bölümündeki Asım da az önce kapıdan görünmüştü, uzun ince bedeniyle... Görünmekle kalmamış, kremalarını sürdükten sonra, süsleyip vitrine yerleştirmesi için sekiz çeşit pastayı önüne dizmişti. İkisine muz kreması, ikisine çilek kreması, ikisine kakaolu krema, kalan ikisine de beyaz krema sürecek ve gönlünce –daha doğrusu kendisine öğretildiği gibi- süsleyecekti. Ardından da ver elini vitrin. Patron vitrine dizme esnasında başında bitecek, “Simetrisine dikkat et, biri diğerini bastırmasın, parmağını filan değdirmeyesin!” diye söylenecekti her zamanki gibi. Ya da sadece bakarak, gözleriyle konuşacaktı. Bazen uzuvlar bir başkasının yerine geçebiliyordu. Onlara, yani süslü pastaları alacak müşteriye karşı sonsuz hürmet gösteren pastane sahibi, ne olurdu bir kere de kendilerine sevecen yaklaşsaydı. Hatta elleriyle yaptıklarından ikramda bulunsaydı…

Acaba bugün kendisinin yaş günü olduğunu biliyor olsaydı, yuvarlak ya da dikdörtgen pastalardan birini işaret ederek, “Al bunu eve götür Samet. Yaş gününü ailenle kutla. Yarın da geç gel. Kafana göre dinlen.” der miydi? Belki de derdi ama işçi-işveren gibi bir ilişki vardı aralarında ve bu görünmez duvarın uyulması gereken kuralları mevcuttu her yerde olduğu gibi…

İçindeki duygular, ibrişim iplikler gibi sarmal olmuş, dolaştıkça dolaşıyorlardı beyninin içinde. Siyahlar, beyazlar, morlar, sarılar... Anne, abla ve yeğen hasreti hiç tanımadığı, yakınlığını kestiremediği eniştesi, kendini yok sayan baba ve etrafındakilere ağzının içine bakmayı becerten bir cicianne... Zaten yüreğinin ta görünmez köşelerinden galeyana gelip, içini tırmalayan da içkili lokantalarda çiçekçilik ve de lop yutuculuk yapan iki yetişkin insanın kendini görmezden gelen davranışlarıydı. O, bu, şu hepsi helezonlar halinde dönüp duruyorlardı. Pastaneye gelip saatlerce oturdukları halde görmezden gelen eski arkadaşları, ezici, küçümseyici davranan –ya da öyle görünen- işyeri sahibi, iki de bir önüne çıkıp ablasından haberler veren Nevin, kız arkadaş edinme fikri, askere gidecek olma durumu, yapmak isteyip yapamadığı dünya kadar şey... Hepsi ama hepsi sarmaş dolaş geziyorlardı beyninin içinde. Bir, biri öne geçiyordu, bir diğeri... Boğazına oturmuş olan çığ büyüklüğündeki engeli bir aşabilse,  “Yeter! Yeter artık! Gelmeyin üstüme!” diye bir haykırabilse, belki de rahatlayacaktı.

İbrişimler birbirine sarıldılar büküldüler, evrildiler çevrildiler derken, bu hiç de güzel olmayan duyguları büyüdü, büyüdü ve koca bir tükürük olarak kremanın içine boşaldı. Olanca hırsını ondan çıkarıyormuş gibi, bir daha, bir daha tükürdü muzlu kremanın içine. Oh olsundu işte! Oh!

Kendisi ve kendisi gibiler yiyemedikten sonra neye yarardı ki şu önündeki süslü tat? Aldığı haftalığın büyük bölümünü götürüp Huriye karısına verdikten sonra neye yarardı ki Samet’in hayatı? Neye yarardı evin kapısını açan, sevgi dolu bir çehre olmadıktan sonra...

Mikseri durdurduğunda içindeki hırsını hâlâ muhafaza ediyordu. Yüzünü al basmışsa da kısmen rahatlamıştı. Elinden gelse, sükûna ereceğini bilse bütün pastaların içine tükürürdü. Yetmez, bir de tekme savururdu vitrine doğru…

Genç adam robot vari hareketlerle aleti söküyor, yıkanacak parçalarını çıkarıyor, kalanını yerine geri koyuyordu. Bütün suçlu o süslü pastalardı sanki. Kendisini o fikre öylesine kilitlemiş, olanca intikamını onlardan çıkarmanın yolunu aramaya öylesine sabitlemişti ki...  Kaç sefer görmüştü fakir okul çocuklarının vitrinin önünden, gözleri üstünde kalırcasına bakarak geçtiklerini... Kaç sefer yutkunarak başını öte tarafa çevirmişti dal gibi zayıf dilenciler... Erişemeyenler, tadına varamayanlar bu lezzeti almadıktan sonra neye yarardı ki onca emeği? Kendisi bile yiyemedikten sonra neye yarardı bunca malzemeyi harmanlamak... Ellere, kadir kıymet bilmeyen ellere hazırladığı bu ve benzeri yiyecekleri keşke daha kötü yapabilme imkânı olsaydı. Tabağında artık bırakan süslü kızlara, onlara şirin görünmek isteyen babası paralı genç delikanlılara tadı bozuk şeyleri sunabilseydi keşke... Tükürüklü, lezzetsiz şeyleri…

Son pastayı da vitrine yerleştirdikten sonra, çalışanların olduğu bölüme yöneldi Samet. Beyaz önlüğünü çıkarıp, çatlak çatlak olmuş deri montunu giyerken alçak bir sesle, “Efendim bugün erken ayrılabilir miyim?” dedi patrona. “Annemin kabrini ziyaret edeceğim de…” “Yaş günümü orada kutlayacağım. Anamın bağrında” kısmını içinden söylemişti.

“İyi git de yarın sabah erken gel. Yarın bir arkadaşın kızının doğum günü kutlaması olacak”

*

“Sameeet! Aşk olsun yani! Tam yarım saattir bekliyorum burada”

“Kusura bakma Nevin Abla. Şeeyyy... Annemin mezarına gittim de…”

“Hani abla yoktu Samet! Nevin de bana! Biz arkadaşız.”

“Öyle olsun” dedi genç delikanlı. İçinden Nevin demek gelmiyordu işte. Ablaydı o. Bal gibi de ablaydı. İsmini söylemekle ablalıktan kurtulacak mıydı sanki? Bu kız da fazla mı olmaya başlamıştı ne? Hangi role bürünmek istiyordu ki? Ana mı, abla mı, arkadaş mı, dost mu, sevgili mi? “Sev-gi-li-mi!” Hadi canım sen de! Nereden uyduruyordu ki bunu? İyice sapıtmaya başlamıştı. İki dünya bir araya gelse olmazdı bu. İki yaş büyüktü hem!

“Hani sözleşmemiş miydik iki gün öncesinden?”

Mahcup bakışları ayağının ucundaki sigara izmaritindeydi Samet’in. İzmariti spor ayakkabısının ucuyla ezerken kim bilir beraberinde neleri de eziyordu. Eşyalar dile gelemiyordu ki...

“Geldim ya sonuçta. Kusura bakma.”

“Neyse uzatmayalım. Gel sana sürprizim var.”

Anaç bir tavırla parkın iç tarafına doğru sürükledi onu genç kız. Çatlakları bir hayli genişlemiş olan, üzerine aşk sözcükleri yazılmış, kalplerden çıkmış ok resimleri yapılmış masanın orta yerinde koca bir paket duruyordu. Otomatiğe bağlanmış gibi karşılıklı iki sandalyeye çöktü gençler. Çabuk hareketlerle paketi açarken, bir yandan da haz dolu bir sesle konuşuyordu Nevin:

“Bakalım beğenecek misin sürprizimi? Sana doğum günü pastası aldım. Aslında böyle park köşelerinde ağırlamak istemezdim. Evde olsaydık iyiydi ama…”

“Zahmet etmişsin Nevin abla. Pardon şey, Nevin.”

“Kardeşim Erhan üniversiteye hazırlanıyor ya, ders çalışıyor. O yüzden buraya gelmek istedim. Eve misafir kabul etmiyoruz pek.”

“Fark etmez.”

Keşke kendisi de üniversiteye hazırlanıyor olsaydı da, dünyayla ilişiğini aylar değil yıllarca kesseydi. Karanlık, hatta havasız bir odada ders çalışıyor olabilseydi... İlk defa dışarı işi bir pasta ile yaş günü kutlanacaktı Samet’in. Ablası mı istemişti yoksa? Ya da parasını o mu göndermişti? Keşke öğrenebilseydi bunları. Sorabilseydi bütün hepsini. Ah bir sorabilseydi. Gururu, o “Büyük İskender” gibi içinde dikilen gururu buna engel oluyordu işte… Ama gene de nereden geliyor olursa olsun, içini okşamıştı bu pasta meselesi. Başkalarına benzemiş, birbirinin aynı olan akşamlarına farklılık getirmişti; kısa bir süre için olsa bile…

Jelatinli kapağı ivedi hareketlerle açan kız, gülücüklü bir soruyla baktı oğlanın yüzüne:

“Sever miydin muz kremalı pastayı? Seveceğini düşünüp bunu çıkarttırdım vitrinden.”

Muz kremalı mı? Kim sevmezdi ki? Pasta olsun da fark etmezdi aslına bakılırsa; muzlusu, çileklisi, kakaolusu... Yutardı hepsini de… Acıkmıştı da... Çayı ya da meyve suyunu bardağına dolduracak, bir yandan yudumlarken bir yandan da daldıracaktı çatalı. Kocaman bir lokmayı alıp muzunun tadına vara vara, damağında erite erite...

O da ne! Bu pasta... Bu pasta oldukça tanıdıktı ama... Bugün öğleden sonra kendisi yapmıştı bunu. Ortasına şekerli hamurdan pembe bir gülü kendisi elleriyle yerleştirmişti.

“Niye almıyorsun Samet?  Pastane sahibi taptaze olduğu söyledi. Bugün yapılmış daha”

“Teşekkür ederim, öyledir ama...”

“İnan tadı çok güzel”

“Sağ ol Nevin abla. Şeeeyyy...”

“Neeyy? Orası meşhurdur biliyorsun.”

Aklına anacığı, ablası filan mı gelmişti yoksa. İçi burkuldu genç kızın. Teselli lafları sıralamaya hazırlanıyordu.

“Muz yiyemiyorum. Alerjim var da!”

Oh be! Sonunda söyleyip rahatlamıştı delikanlı. Ağzından nasıl da kurtulmuştu alerji kelimesi... Nerden aklına gelmişti ki birden? Nasıl uydurmuştu kendi yalanını? Alerji, ömründe tanımadığı bir illet!

Nazlı ama anaç hareketlerle çatalını masaya koydu kız. Üzülmüş gibiydi. Vah Samet vah! Demek ki bir de yiyeceklere karşı alerjisi vardı ha! Gözleri masanın çatlaklarına dikili durdu bir süre:

“Bilseydim sadesini alırdım Samet. Bunu sevdiğini düşünmüştüm. Hani muzlu pek sevilir de... Bizim Erhan filan bunu ister de hep…”

Bozulmuşluğunu saklamaya çalışarak, meyve suyu kutusunu, ikiye böldüğü simitle, kırılgan bir sesle uzattı genç kız:  “Al bunu ye bari. Madem muzlusunu sevmiyorsun, yiyemiyorsun” Süs asmalarıyla, sarmaşıklarla bezeli parkın gerisindeki yolda, gülüşerek giden çocuklara gözleri dolu dolu bakarken,

“Muzluyu ben de çok severim Nevin abla. Ben de çok severim ama... Bir kere bile tadamadım” dedi Samet. Kız, delikanlının hastalığına yordu son cümleyi. Az buz değil, bayağı acımıştı ona. Arkadaşının emanetine. Saniye Teyze’sinin emanetine…

Kuşlar yuvalarının özlemiyle kanat çırpıp bir yerlere dağılıp, akşam perde perde şehrin üzerine abanırken, birlikte kalktılar yerlerinden. Belediye Parkı’nı birlikte terk ederlerken, delikanlı sert adımlarla çam kozalaklarını eziyor, kuvvetli, okkalı bir tükürük savurmak istiyordu bir yerlere... 

devamını oku