El
alışkanlığıyla dokundu elektrik düğmesine Samet. Henüz erken olduğunu, ışıkları
yakmadığını unutmuş görünüyordu. O, gençlere has ekşimsi ter kokusunun sindiği
odasını, yatağının üzerine rastgele savrulmuş pijamalarını, ıslak havlusunu
umursamazca süzdü. Düğmenin üst yanına sıkıştırılmış anasının fotoğrafını
eğildiği biçimden kurtarıp, düzeltti ve kapıyı çekti. Hemen sonra da pişman
olmuş gibi geri açtı.
İri
adımlarla yatağının yanı başındaki kendine ait eşyaların bulunduğu masanın
başına gitti. Küçük bir tıraş aynasının, deodorantının, çakmağının,
anahtarlığının ve kendisinin güzel bir pozunun bulunduğu çerçevenin yanı
başından kutuyu alıp; gözlerini kırpıştırarak, boynunu sağa sola çevirerek,
tepeden tırnağa bedenini kokuya beledi ve yeniden iri adımlarla odayı terk
etti.
Sokak
kapısını gürültüyle kapatırken, içinden “Gebersinler ikisi de. Nasıl olsa
duymazlar.” diye düşündü. Sabaha kadar asalaklar gibi o salon senin bu salon
benim dolanırlar, onun artığını bunun yarım kalmışını yer, içer, tutuşturulan
kadehleri boş çevirmezler, sonra da “ev” adı verilen bu yere gelip sızıp
kalırlardı.
Her
seferinde eğilen ve her seferinde de düzelttiği fotoğraftaki kadın, öz anası “Saniye”
duraydı, şimdi onu gönderir miydi böyle aç açına? Bulup buluşturur, ne yapar
eder iki bardak çayı kaynatır, iki dilim ekmeğe yağı reçeli sürüp sokuştururdu
ağızcığına. Hem de o her zaman kırmızı duran yanaklarını şişire şişire, “Ölümü
gör bak, bu son. Vallahi de billahi de tallahi de daha vermeyeceğim” derdi...
Ama
bunlar... Babasının yeni karısı “Huriye” ile öz babası… Hoş anasının zamanında
da soğuktu ya babası olacak adam. Huriye’yle elbirliği yapalı daha da
soğuklaşmıştı. “Erciyes” de neydi ki bunun yanında? Palandöken, Kartalkaya, cümle
doruğu kardan kalkmayan dağ daha sıcaktı. Hem anacığı dursaydı, şimdi böyle
sabahın köründe işe değil okula gider olurdu. Çalışkan olmaya çalışkan değildi. Kabul; ama
liseyi bitiremeyecek kadar aptal hiç değildi. Ne yapar eder bitirirdi. Eller
iki senede bitirirse, kendisi de üç senede bitirir, anasının deyimiyle “kapı
gibi şahadetname”yi kucaklardı.
Daha
anasının kefeni bile kurumadan ablasını ta huduttaki bir köye gelin vermiş,
haber bile almaz olmuştu babası. Ne eder, ne yapar merak bile etmemişti. Aynı
sokakta oturan canciğer arkadaşı Nevin de olmasa, haberleri olmayacaktı
yaşadığına dair… Bir oğlu olmuş, kocası içki içiyormuş, arada bir dövüyormuş,
kimin umurundaydı ki? Erkek değil miydi, helaldi bunların cümlesi. Öyle kedi
gibi soba dibinde oturacak değildi ya. Kızınca “el”leri dövecek değildi; gücü
evdekine yetecekti tabii. İçecekti de. Kime neydi ki bundan? Kendi maaşından
ödemiyor muydu aybaşında? Erkek dediğinde her ayak olurdu.
“Elbette
kendi maaşından ödüyor. Sizin gibi asalak değil hiç değilse!” diye söylendi
Samet; kızgın kızgın adımlarken sokağı. Ya kendileri ne yapıyordu? Çiçekçilik! Hani
çiçekçilere, çiçekçiliğe karşı olduğundan değildi de, işte... Gene de... Alışık
olmadıkları bir meslekti enikonu. Huriye karısının fikriydi bu. Anası gibi örgü
örecek birisi değildi bir kere. Anacığı gün yüzü görmeden o gürültülü makinesi
ile örmüş örmüştü de ne olmuştu ki? Bağırta çağırta elinden almıştı babası. Hem
de kendisi gibi berduş takımından arkadaşları ile bir akşamda halletmişlerdi
günler boyu emek çekerek ortaya getirdiklerini... Bir insanın elinde terzilik
gibi, gül gibi mesleği dururken ne arardı ki sarhoş berduş takımının yanında? Ama... Anacığı eve bir hayrı olmayan kocasına
rağmen, kızını dikiş nakışa göndermiş, oğulcuğunu orta ikiye kadar okutmuştu
işte. Kıra sara, saklaya gizleye becermişti. Para veremediyse de kazak örerek
takas etmişti birçok şeyi alırken…
Ne
zamanki anaları evlerini beyaz urbasıyla terk etmişti, ne zamanki ablası
huduttaki köye sağlık memuruna gelin gitmişti, ne zamanki eve Huriye karısı
“anne” kisvesiyle adım atmıştı, her şeyin adı değişmişti işte. Havası, suyu,
şekli, şemaili, rengi, kokusu, her şeyi... Okuyup da ne olacak? Kız kısmı on
beşinde ya kocada, ya mezarda… Evde oturmuş da ne yapmış eskisi? Günyüzü
görmediği için çürüyüp gitmiş, “Ben onun gibi hapis kalamam”lar filan...
Tekin
bu sene üniversiteye hazırlanıyordu bak. Şartlar değişmeseydi, belki aklını başına
biraz daha toplar; onunla birlikte aşık atmaya kalkar, kendi boyunda bir okulu
tuttururdu bile. Geçen gün okuldan çocuklar çalıştığı yere gelip güle oynaya
yiyip içip gitmişlerdi. Önce gözlerine görünmek bile istememiş, ama işyeri
sahibinden zılgıtı yiyince de mecburen, alı al moru mor hizmet etmek durumunda
kalmıştı içi yanarak. Tekin, Gamze, Nuri, Elif, Esma, Mustafa ile tanımadığı
bir kız gelip büyücek bir masaya yaslanıp yaş günü kutlayacaklarını söyleyerek,
bir sürü sipariş vermişlerdi.
O
tanımadığı, ama tavırlarından şımarık birisi olduğu sezilen kız abartılı
hareketlerle, türlü naz ve cilveyle mumunu üflemiş, okulu asıp gelmenin verdiği
taşkınlıkla güle oynaya kestiği pastasını kendi elleriyle diğerlerine ikram etmişti.
İki sefer göz göze gelmiş olmalarına, bal gibi de tanımasına rağmen Tekin, hiç
oralı olmamış, yanındaki arkadaşlarıyla gülüşe hoplaşa eğlenmiş, bahşişini de
bırakarak çekip gitmişti. Arkalarından masanın meşrubat dökülmüş örtüsünü
değiştirmiş; bardakları, tabakları kaldırırken, tabaklara bulaşmış muz kremalı
pastanın, -özellikle kızlar tarafından kibarlık gösterisi olarak- mahsus
bırakılmış yarım dilimini çöpe dökerken, içinden “Zıkkım yiyin e mi! Zıkkım
yiyin!” diye haykırmıştı. Gözlerine yürüyen yaşı, üst üste yutkunmalarla geri
göndermiş, elleriyle yaptıkları bu güzel yiyecekleri heba eden insanlara
öldürecek kadar hırslanmıştı.
Annesi,
ömrü boyunca böylesi pastane işi pastayı ya yemişti, ya yememişti. Ablası gene
öyle. Belki oralarda. Kim bilir? Köy yerinde nereden bulacaktı ama olur ya… Bir
gün yolu şehre düşer de, eniştesi olacak o adam “Hadi gel, şurada soğuk bir şeyler
yiyip içelim.” der de ablası da tatmış olur, dışarı işi lezzeti… Cümle anaç
kadınlar gibi çatalın ucuyla kucağındaki oğlanın ağzına da sokuşturur bir iki
lokma. Oğlan önce zorla açtığı ağzını kapamak istemez belki de. Ablası sadece
bir lokma aldığı tabağı oğlana yedirir de, kocası olacak adam farkına bile
varmaz tabağını sıyırırken. Olma
ihtimali yok ama gene de hayal kurmak güzel şey...
Hani
iki gün sonra kendi yaş günü ya, ablası burada olmuş olsa, kendi aylığından
kesilmek suretiyle muz kremalı kocaman bir pastayı kucaklayıp eve getirse, o
eline iş yakışır haliyle hanım hanımcık hareketlerle kocaman dilimlere bölüp
herkese sunsa, oğlana da iki dilim. Ne güzel olur ya, ne güzel olurdu… Ama
onlar hudutta. Onlar Türkiye’nin ta öbür ucunda. Tulum çalarak coşan insanların
memleketinde. Onların yüzü değil, sesi bile uzak. Hele kendisine “dayı” diyecek
olan çocuğun sesi... Buzullardan gelir gibi. Beş yaşlarında olmalı yeğeni...
“Şııışşşt Samet!
Samet!”
İrkildi
genç Samet. Nevin’di. Ablasının arkadaşı, gitmeden önceki can ciğer dostu,
sırdaşı Nevin. Kendisinden topu topu iki yaş büyük olan Nevin.
“Sen miydin Nevin
abla?”
“Hani abla demek yoktu
Samet!”
“Şeeeyyy, yani...”
“Ablana abla demiyorsun
ama... ‘Demet’ diyorsun alabildiğine”
“Öyle de...”
“Bak ne diyeceğim sana.
Zamanın var mı?”
“Var”
gibilerinden boynunu yana çarpıttı delikanlı. Kolundaki saate göz atarken daha
yarım saat olduğunu düşünüyordu mesaiye. Rahatlıkla yetişirdi işe. Ablası
oğlunun fotoğrafını göndermiş. Umuruna almış olsa; eve, dedesine de yollarmış
ama ilgi çekmeyeceğini bildiğinden yollamamış işte. İki gün sonraki yaş gününü,
kendisi aracılığıyla kutlamak istemiş. Bir de yazmış ki kendisine bir kız
arkadaş ayarlasın da o evden uzaklaşmanın yoluna baksın. Evleneceği, aklı
başında bir kız. Kendisi her ne kadar fazla rahat değilse de bulunduğu durumdan
memnunmuş. Huriye hanım ile o duygusuz babası ile oturmaktan daha iyi imiş.
Gündüzleri, oğluyla baş başayken çok daha mutlu oluyormuş… Samet başı önünde
dinledi bunları. Ablaydı ne de olsa, ana yarısıydı. Ana kokusuydu. Ta
nerelerden düşünüyordu kendisini. Nemli, ıslak, dağlarla tepelerle çevrili,
tulum sesiyle coşan memleketin havasına kendini kaptırmıyor da evde bıraktığı
kardeşçiğine kafa yoruyordu…
Yaş
günü kutlamak, arkadaş edinmek... İyi, iyiydi de o dediği türden kız arkadaşı
nereden bulacaktı? Ardında sevecen bir anne babasının olduğunu bilebilse... Saran,
kuşatan, paylaşan... Şimdi tutup bir kız arkadaş edinmeye kalksa, yani evlenmek
maksatlı, askerliği vardı bu işin; hem para getirecek düzenli bir işi de yoktu.
Hadi kızı buldu diyelim, üvey kaynana yanına kim evladını verirdi ki? Ya da
hangi kız bu şartlarda güle oynaya gelirdi? Kim gülen gözlerle bakardı
kendisine?
“Ne
düşündüğünü anladım Samet.”
“...”
“Gene
de vardır birileri”
“Şeeeyyy…”
“Senin
gibi yakışıklı delikanlıya kim karşı çıkar ki?”
Üstüne
basa basa yakışıklı olduğunu söyleyen kıza minnetle baktı genç adam. Haklı
olabilirdi karşıdaki. Kim bilir belki de çıkardı birileri. Bu sahipleniş içini
ısıtmıştı bir parça. Pek de yalnız olmadığını düşündü.
“Bu
bir geçiş dönemi Samet. Birkaç yıl sonra dönüp baktığında hiç yaşamamış gibi
olacaksın bu günleri”
Ah
keşke! Nerede o günler? Böyle konuşması için ablası mı rica ediyordu; yoksa
kendiliğinden mi konuşuyordu Nevin? Ablasının arkadaşı Nevin. Annesinin
zamanında, arada bir öğlen yemeğini beraber kaşıkladıkları Nevin… Ama hangi
kanaldan gelirse gelsin, kara bir tülle bağlanmış olan umutlarının üzeri açılıyordu.
Yüreğine su serpilir gibi oluyordu. Bahar yeli gibi ılıkça…
Evin o
sıkıcı havasından kurtaracak bir arkadaş, bir şifa dağıtıcı, bir telkinci, bir
sırdaş... Yani, illa da evleneceği kız mı olmalıydı bu? İçini dökeceği bir dost
olsa ne olurdu ki? Dinleyen, dinleyen, dinleyen… Hep dinleyen biri...
“İki
gün sonra akşamüstü, iş çıkışında yani...”
“Eeee…
?”
“Diyorum
ki Belediye Parkı’nda otursak biraz.”
Saatine
kaçamak bir göz atarken, fısıltılı bir sesle cevap verdi delikanlı:
“Olabilir!”
Evde
yolunu bekleyen birisinin olmasını ne kadar isterdi şimdi. Arada bir -patronun
yüzünün asılmasına sebep olan- pastane çalışanlarına evden gelen telefonlardan
biri de kendisine gelseydi keşke. Deselerdi ki “Eve erken gel Samet. Akşam
halanlar gelecek.” Yahut da “Bugün yaş günün ya oğlum. Akşama yemeği dışarıda
yiyelim diyorum. Çok geç kalma, oyalanma arkadaşlarının yanında. Biz uğrar
alırız seni.” Ya da o önceleri canciğer olduğu “Tekin” olsaydı telefonun diğer
ucundaki: “Arkadaşlarla seni epeydir görmediğimizi anladık be Samet! Bugün bize
takıl be oğlum. Hasret giderelim…” Keşke, keşke böyle bir telefon da kendisine
eden olsaydı. Keşke gelen telefon yüzünden patrondan bir zılgıt da kendisi
yeseydi. Huriye Hanım bile açsa sevinirdi buna. Özünün yerini tutmasa da anne
yerine koyup, sevinebilirdi. Anne yerine koyup elini öpebilirdi “Uzun ömürlü ol
oğlum” dediğinde göklere değebilirdi başı. Bulutlara öpücük kondurup inebilirdi
geri. İnmezdi hatta. Dolanır dururdu telli turna gibi…
Aslına
bakılırsa o kadar da fena değildi üvey anne olmak. Cengiz’inki de üveydi ama o Huriye
Hanım gibi değildi. Yağmur yağdığında okula kadar şemsiye dahi getirirdi
Cengiz’in ciciannesi. Sevgisini gıdım gıdım değil yudum yudum veren bir
kadındı. Gözleri dolar gibi oldu delikanlının. Bir keresinde kendi annesi de
gelmişti okula. Kalın bir hırka getirmişti hem de, rüzgârlı havada üşütmesin
diye. Zaten birkaç ay sonra da... Yutkundu…
Krema
poşetini süt dolu koca kaba boşaltırken, asık suratıyla kendisini süzen
patronuna baktı göz ucuyla. Ağzını açmasa da “Oyalanma! İşini dikkatli yap!
Etrafını temiz tut! Müşteriden şikâyet gelmesin!” ikazı gizliydi bu bakışta.
Mutlaka diğer çalışanlara da böyle bakmıştır Sezai Kocabaş. Hem de aynı
ifadelerle. Bu bakışın arkasında Huriye karısı gizli gibiydi. Ya da kendisine
öyle geliyordu.
Sahi
niye diğer çalışanlar da kendisi gibi hep böyle uzun-inceydi ki? Bu bir tesadüf
müydü? Daha önceleri farkında değilse de şimdilerde dikkat eder olmuştu;
pastane görevlileri de lokanta görevlileri de hep aynı tip gibiydi. Sanki
garsonlar ve benzeri işte çalışanlar için tek tip elbise yapılmıştı da, hizmet
edenler onun içine girmeye mecburdular. Onun için birbirine benzeyen tipler,
birbirinin benzeri işlerde çalışıyorlardı. Aynı konuşma biçimleri, aynı yürüyüş,
aynı davranışlarla... İşte birbirine benzeyenlerden birisi, kek hazırlama
bölümündeki Asım da az önce kapıdan görünmüştü, uzun ince bedeniyle...
Görünmekle kalmamış, kremalarını sürdükten sonra, süsleyip vitrine yerleştirmesi
için sekiz çeşit pastayı önüne dizmişti. İkisine muz kreması, ikisine çilek
kreması, ikisine kakaolu krema, kalan ikisine de beyaz krema sürecek ve
gönlünce –daha doğrusu kendisine öğretildiği gibi- süsleyecekti. Ardından da
ver elini vitrin. Patron vitrine dizme esnasında başında bitecek, “Simetrisine
dikkat et, biri diğerini bastırmasın, parmağını filan değdirmeyesin!” diye
söylenecekti her zamanki gibi. Ya da sadece bakarak, gözleriyle konuşacaktı.
Bazen uzuvlar bir başkasının yerine geçebiliyordu. Onlara, yani süslü pastaları
alacak müşteriye karşı sonsuz hürmet gösteren pastane sahibi, ne olurdu bir
kere de kendilerine sevecen yaklaşsaydı. Hatta elleriyle yaptıklarından ikramda
bulunsaydı…
Acaba
bugün kendisinin yaş günü olduğunu biliyor olsaydı, yuvarlak ya da dikdörtgen
pastalardan birini işaret ederek, “Al bunu eve götür Samet. Yaş gününü ailenle
kutla. Yarın da geç gel. Kafana göre dinlen.” der miydi? Belki de derdi ama
işçi-işveren gibi bir ilişki vardı aralarında ve bu görünmez duvarın uyulması
gereken kuralları mevcuttu her yerde olduğu gibi…
İçindeki
duygular, ibrişim iplikler gibi sarmal olmuş, dolaştıkça dolaşıyorlardı
beyninin içinde. Siyahlar, beyazlar, morlar, sarılar... Anne, abla ve yeğen
hasreti hiç tanımadığı, yakınlığını kestiremediği eniştesi, kendini yok sayan
baba ve etrafındakilere ağzının içine bakmayı becerten bir cicianne... Zaten
yüreğinin ta görünmez köşelerinden galeyana gelip, içini tırmalayan da içkili
lokantalarda çiçekçilik ve de lop yutuculuk yapan iki yetişkin insanın kendini
görmezden gelen davranışlarıydı. O, bu, şu hepsi helezonlar halinde dönüp
duruyorlardı. Pastaneye gelip saatlerce oturdukları halde görmezden gelen eski
arkadaşları, ezici, küçümseyici davranan –ya da öyle görünen- işyeri sahibi,
iki de bir önüne çıkıp ablasından haberler veren Nevin, kız arkadaş edinme
fikri, askere gidecek olma durumu, yapmak isteyip yapamadığı dünya kadar şey...
Hepsi ama hepsi sarmaş dolaş geziyorlardı beyninin içinde. Bir, biri öne geçiyordu,
bir diğeri... Boğazına oturmuş olan çığ büyüklüğündeki engeli bir
aşabilse, “Yeter! Yeter artık! Gelmeyin
üstüme!” diye bir haykırabilse, belki de rahatlayacaktı.
İbrişimler
birbirine sarıldılar büküldüler, evrildiler çevrildiler derken, bu hiç de güzel
olmayan duyguları büyüdü, büyüdü ve koca bir tükürük olarak kremanın içine
boşaldı. Olanca hırsını ondan çıkarıyormuş gibi, bir daha, bir daha tükürdü
muzlu kremanın içine. Oh olsundu işte! Oh!
Kendisi
ve kendisi gibiler yiyemedikten sonra neye yarardı ki şu önündeki süslü tat?
Aldığı haftalığın büyük bölümünü götürüp Huriye karısına verdikten sonra neye
yarardı ki Samet’in hayatı? Neye yarardı evin kapısını açan, sevgi dolu bir
çehre olmadıktan sonra...
Mikseri
durdurduğunda içindeki hırsını hâlâ muhafaza ediyordu. Yüzünü al basmışsa da
kısmen rahatlamıştı. Elinden gelse, sükûna ereceğini bilse bütün pastaların
içine tükürürdü. Yetmez, bir de tekme savururdu vitrine doğru…
Genç
adam robot vari hareketlerle aleti söküyor, yıkanacak parçalarını çıkarıyor,
kalanını yerine geri koyuyordu. Bütün suçlu o süslü pastalardı sanki. Kendisini
o fikre öylesine kilitlemiş, olanca intikamını onlardan çıkarmanın yolunu
aramaya öylesine sabitlemişti ki... Kaç
sefer görmüştü fakir okul çocuklarının vitrinin önünden, gözleri üstünde
kalırcasına bakarak geçtiklerini... Kaç sefer yutkunarak başını öte tarafa
çevirmişti dal gibi zayıf dilenciler... Erişemeyenler, tadına varamayanlar bu
lezzeti almadıktan sonra neye yarardı ki onca emeği? Kendisi bile yiyemedikten
sonra neye yarardı bunca malzemeyi harmanlamak... Ellere, kadir kıymet bilmeyen
ellere hazırladığı bu ve benzeri yiyecekleri keşke daha kötü yapabilme imkânı
olsaydı. Tabağında artık bırakan süslü kızlara, onlara şirin görünmek isteyen
babası paralı genç delikanlılara tadı bozuk şeyleri sunabilseydi keşke...
Tükürüklü, lezzetsiz şeyleri…
Son
pastayı da vitrine yerleştirdikten sonra, çalışanların olduğu bölüme yöneldi
Samet. Beyaz önlüğünü çıkarıp, çatlak çatlak olmuş deri montunu giyerken alçak
bir sesle, “Efendim bugün erken ayrılabilir miyim?” dedi patrona. “Annemin
kabrini ziyaret edeceğim de…” “Yaş günümü orada kutlayacağım. Anamın bağrında”
kısmını içinden söylemişti.
“İyi
git de yarın sabah erken gel. Yarın bir arkadaşın kızının doğum günü kutlaması
olacak”
*
“Sameeet!
Aşk olsun yani! Tam yarım saattir bekliyorum burada”
“Kusura
bakma Nevin Abla. Şeeyyy... Annemin mezarına gittim de…”
“Hani
abla yoktu Samet! Nevin de bana! Biz arkadaşız.”
“Öyle
olsun” dedi genç delikanlı. İçinden Nevin demek gelmiyordu işte. Ablaydı o. Bal
gibi de ablaydı. İsmini söylemekle ablalıktan kurtulacak mıydı sanki? Bu kız da
fazla mı olmaya başlamıştı ne? Hangi role bürünmek istiyordu ki? Ana mı, abla
mı, arkadaş mı, dost mu, sevgili mi? “Sev-gi-li-mi!” Hadi canım sen de! Nereden
uyduruyordu ki bunu? İyice sapıtmaya başlamıştı. İki dünya bir araya gelse olmazdı
bu. İki yaş büyüktü hem!
“Hani
sözleşmemiş miydik iki gün öncesinden?”
Mahcup
bakışları ayağının ucundaki sigara izmaritindeydi Samet’in. İzmariti spor
ayakkabısının ucuyla ezerken kim bilir beraberinde neleri de eziyordu. Eşyalar
dile gelemiyordu ki...
“Geldim
ya sonuçta. Kusura bakma.”
“Neyse
uzatmayalım. Gel sana sürprizim var.”
Anaç
bir tavırla parkın iç tarafına doğru sürükledi onu genç kız. Çatlakları bir
hayli genişlemiş olan, üzerine aşk sözcükleri yazılmış, kalplerden çıkmış ok
resimleri yapılmış masanın orta yerinde koca bir paket duruyordu. Otomatiğe
bağlanmış gibi karşılıklı iki sandalyeye çöktü gençler. Çabuk hareketlerle
paketi açarken, bir yandan da haz dolu bir sesle konuşuyordu Nevin:
“Bakalım
beğenecek misin sürprizimi? Sana doğum günü pastası aldım. Aslında böyle park
köşelerinde ağırlamak istemezdim. Evde olsaydık iyiydi ama…”
“Zahmet
etmişsin Nevin abla. Pardon şey, Nevin.”
“Kardeşim
Erhan üniversiteye hazırlanıyor ya, ders çalışıyor. O yüzden buraya gelmek
istedim. Eve misafir kabul etmiyoruz pek.”
“Fark
etmez.”
Keşke
kendisi de üniversiteye hazırlanıyor olsaydı da, dünyayla ilişiğini aylar değil
yıllarca kesseydi. Karanlık, hatta havasız bir odada ders çalışıyor olabilseydi...
İlk defa dışarı işi bir pasta ile yaş günü kutlanacaktı Samet’in. Ablası mı
istemişti yoksa? Ya da parasını o mu göndermişti? Keşke öğrenebilseydi bunları.
Sorabilseydi bütün hepsini. Ah bir sorabilseydi. Gururu, o “Büyük İskender”
gibi içinde dikilen gururu buna engel oluyordu işte… Ama gene de nereden
geliyor olursa olsun, içini okşamıştı bu pasta meselesi. Başkalarına benzemiş,
birbirinin aynı olan akşamlarına farklılık getirmişti; kısa bir süre için olsa
bile…
Jelatinli
kapağı ivedi hareketlerle açan kız, gülücüklü bir soruyla baktı oğlanın yüzüne:
“Sever
miydin muz kremalı pastayı? Seveceğini düşünüp bunu çıkarttırdım vitrinden.”
Muz
kremalı mı? Kim sevmezdi ki? Pasta olsun da fark etmezdi aslına bakılırsa;
muzlusu, çileklisi, kakaolusu... Yutardı hepsini de… Acıkmıştı da... Çayı ya da
meyve suyunu bardağına dolduracak, bir yandan yudumlarken bir yandan da
daldıracaktı çatalı. Kocaman bir lokmayı alıp muzunun tadına vara vara,
damağında erite erite...
O da
ne! Bu pasta... Bu pasta oldukça tanıdıktı ama... Bugün öğleden sonra kendisi
yapmıştı bunu. Ortasına şekerli hamurdan pembe bir gülü kendisi elleriyle
yerleştirmişti.
“Niye
almıyorsun Samet? Pastane sahibi taptaze
olduğu söyledi. Bugün yapılmış daha”
“Teşekkür
ederim, öyledir ama...”
“İnan
tadı çok güzel”
“Sağ
ol Nevin abla. Şeeeyyy...”
“Neeyy?
Orası meşhurdur biliyorsun.”
Aklına
anacığı, ablası filan mı gelmişti yoksa. İçi burkuldu genç kızın. Teselli
lafları sıralamaya hazırlanıyordu.
“Muz
yiyemiyorum. Alerjim var da!”
Oh be!
Sonunda söyleyip rahatlamıştı delikanlı. Ağzından nasıl da kurtulmuştu alerji
kelimesi... Nerden aklına gelmişti ki birden? Nasıl uydurmuştu kendi yalanını?
Alerji, ömründe tanımadığı bir illet!
Nazlı
ama anaç hareketlerle çatalını masaya koydu kız. Üzülmüş gibiydi. Vah Samet
vah! Demek ki bir de yiyeceklere karşı alerjisi vardı ha! Gözleri masanın
çatlaklarına dikili durdu bir süre:
“Bilseydim
sadesini alırdım Samet. Bunu sevdiğini düşünmüştüm. Hani muzlu pek sevilir
de... Bizim Erhan filan bunu ister de hep…”
Bozulmuşluğunu
saklamaya çalışarak, meyve suyu kutusunu, ikiye böldüğü simitle, kırılgan bir
sesle uzattı genç kız: “Al bunu ye bari.
Madem muzlusunu sevmiyorsun, yiyemiyorsun” Süs asmalarıyla, sarmaşıklarla
bezeli parkın gerisindeki yolda, gülüşerek giden çocuklara gözleri dolu dolu
bakarken,
“Muzluyu
ben de çok severim Nevin abla. Ben de çok severim ama... Bir kere bile
tadamadım” dedi Samet. Kız, delikanlının hastalığına yordu son cümleyi. Az buz
değil, bayağı acımıştı ona. Arkadaşının emanetine. Saniye Teyze’sinin emanetine…
Kuşlar
yuvalarının özlemiyle kanat çırpıp bir yerlere dağılıp, akşam perde perde
şehrin üzerine abanırken, birlikte kalktılar yerlerinden. Belediye Parkı’nı
birlikte terk ederlerken, delikanlı sert adımlarla çam kozalaklarını eziyor,
kuvvetli, okkalı bir tükürük savurmak istiyordu bir yerlere...