Bazan, unuttuğunu sandığın şeyleri,
birden bütün düşüncelerinin üzerinde bulursun. O unuttuğunu sandığın şey, hatta
öyle ki o şeyi unuttuğunu bile unutmuşsundur, birden bütün haşmetiyle karşına
dikilir ve “Hey! Buradayım! Bana bak!” diye çırpınarak kendini göstermek için
bağırıp durur. O şey, her ne ise; bazan da unutulan değil silinen bir şeydir.
Bir defterden silgi ile bir defterden bir kalem ile avuç içlerinden su ile
parmak uçlarından öpücüklerle silinir. Burada size aktaracağım ise biraz daha
teknik (mechanism?) bir mesele.
Evvelden sildiğimi bildiğim fakat
birçok yerde kayıt altında olmasından ötürü ve o diğer kayıt yerlerinin
çoğundan kendimi bîhaber bırakmış olmamdan dolayı, mütercimi olmaya
niyetlendiğim ve belli başlı düşüncelerim neticesinde vazgeçmek durumunda
kaldığım bir metnin (Robert Burton’ın Melankolinin Anatomisi adlı eserinin),
tercüme ettiğim birkaç sayfası, unutulan ve sonra bağırışlarla insanın
karşısına çıkan o şey gibi karşıma çıktı ve tam olarak tanımlayamayacağım bir
his ile beni rahatsız etmeye başladı.
Burton’ın eserini Sedat Demir’in
teklifi üzerine kabul etmiştim etmesine fakat ilk uzun soluklu tercüme uğraşım
olacağı için birçok yönden eksiğim vardı. Bu eksiklerin en önemlisi ise;
tercümeyi bırakmama sebep olan şeydi.
İmdi asıl değinmek istediğim noktaya
gelmek istiyorum, bu mevzuu neden dillendirdiğim konusuna…
Burton’ın “Melankolinin Anatomisi”
adlı eseri Aylak Adam Yayınları tarafından (fasikül biçiminde) olmak üzere
yayımlanmaya devam ediyor. Eserin tercümesi üzerine neredeyse hiçbir şey
söylenmedi. Neden fasikül biçimde yayımlandığı üzerine neredeyse hiç kimse bir
eleştiri ortaya sürmedi ve sair birçok mesele öylece duruyor. Ben bu
meselelerin hepsine değinmek yerine, kendimle alâkalı kısımlar üzerinden, bazı
noktaları belirginleştirmenin iyi olacağına kanaat getirdim. En azından
konuşulmak istenildiğinde; bu yazı, Melankolinin Anatomisi adlı eserin
değerlendirilmesine belli açılardan katkı sağlayacaktır.
İmdi bahsi edilen konuları iki vesika
ile iyice belirginleştireyim: Birinci vesika; Burton’ın eserinin tercüme
ettiğim ve sonra yanlışlıkla silinmesi ihtimaline karşı bir yerde sakladığım ve
nihayetinde de uzun bir zaman sonra o yerde (silmeyi unuttuğum için) bulduğum
ilk iki kısmı. İkinci vesika ise; Sedat Demir’e tercümeden vazgeçtiğime dair gönderdiğim
mektup.
Birinci vesika, uzunca bir metnin çok
kısa bir bölümü olsa da okura, Aylak Adam Yayınları’nın Merve Tokmakçıoğlu
tercümesiyle yayımladığı eser ile küçük bir, lisan ve bununla beraber tercüme
karşılaştırması üzerine düşünme yardımında bulunacaktır.
İkinci vesika ise; şahsi olarak
tercüme üzerine düşüncelerimin en dış çerçevesi ile alakalı bir kaynak olması
yanında, mütercim olma düşüncesiyle yola koyulanlara, karanlıkta bir saat
ışığının nelere kâfi olacağını gösterircesine bazı konuları düşünmeye sevk
etmesi açısından önemlidir.
BİRİNCİ VESİKA
Birinci Bölüm
Birinci Kısım
İnsanoğlunun Mükemmelliği, Kaybı,
Istırabı, Acizliği ve Bunların Sebepleri
İnsanoğlu, yeryüzünün en mükemmel ve
asil yaratığı… Zerdüşt “Tanrı’nın başyapıtı, muazzam eseri ve doğa harikası”
derken, Eflatun’a göre “Audacis naturæ miraculum” (Mucizelerin mucizesi),
Plinius’a göre ise “Kâinatın özü ve temsili.” İnsan; canlılığı oluşturan tüm
ögelerin bütünü “mikro kozmos”, küçük bir evren, dünyanın bir taslağı, âlemlerin
egemen efendisi, yeryüzünün ilhanı, kâinattaki tüm yaratılanların tanzim edicisi,
tek buyuranı; öyle ki bütün insanlar da var olan bu imparatorluğun uyum
içerisindeki çarklarının birer parçası; diğer her şeyden üstün ve sadece
bedeniyle değil, ruhuyla da… Imaginis Imago – Tanrı’nın kendi imgesinden can
bulmuş – bu ölümsüz, bu ruhî cevher, barındırdığı tüm melekeleri ve gücüyle;
ilk andan beri saf, ilahî, kusursuz ve kutlu… “Tanrı’nın izinde gerçek bir
doğruluk ve kutsiyet içinde yaratılmış”; Deo congruens - acziyetin her halinden
azade, Tanrı’yı bilsin diye Cennete konulmuş, Tanrı’ya tapınsın, onu yüceltsin,
isteklerini yerine getirsin diye, Ut diis consimiles parturiat deos (eski bir
şairin söylediği gibi) ve nihayetinde neslini devam ettirsin diye…
Ne var ki bu asil yaratık, Heu
tristis, et lanchrymosa commutatio (diye bağırır) ne hazin bir değişiklik!
Bulunduğu yerden kovulur, cezalandırılır. O artık miserabilis homuncio –
dışlanmış, aşağılanmış, yeryüzündeki en sefil yaratıklardan biri olmuştur. Mizacı
gereği göz önünde bulundurulduğunda, ıslah olmamış bu adam, yaptığı hatayla
öylesine karanlığa gömülmüştür ki bu onu adi bir mahlûktan daha aşağılık kılar,
“Anlaşılmamış onurlu bir adam, helak olmuş bir hayvandan farksızdır.” David
şöyle addeder onu: “Başkalaşımın sersemlettiği bir canavar, bir tilki, bir
köpek yahut bir domuz, neden olmasın?” Quantum mutatus ab illo? (Kaç kez
olduğundan başka bir biçime bürünmüştür?) Kutsanmış ve mutluydu evvelden; şimdi
lanetlenmiş ve sefil; “Acı içinde yiyor olmalı her lokmasını.” Bu adam ölümle,
çaresizliğin bin bir çeşidiyle, afetlerin bin bir türlüsüyle karşı karşıyadır.
“Büyük sancılar tüm insanoğlu için
yaratılmıştır ve her insan ağır bir boyunduruk altındadır, analarının rahminden
koptukları günden, tüm mahlûkatın geldiği yere döndükleri güne kadar. Yani,
düşünceleri, yüreklerindeki korku, bekledikleri şeylerin hayali ve ölüm vaktine
dek… Yüce bir tahta oturtulan adamdan, yerin dibine geçirilen, toza toprağa
karıştırılan adama; gök rengi ipeklerle kuşatılan, taçlarla donatılan adamdan,
basit keten kumaşlara sarılan adama… Öfke, kıskançlık, ıstırap, vicdanın sesi,
ölüm korkusu, cefa, mücadele; bunlar gibi niceleri hem insanoğlu hem de diğer
mahlûklar içindir, fakat günahkârlara bunların yedi misli daha beteri revadır.”
Bütün bunlar insanoğlunu bu hayata ve gelecek hayatındaki muhtemel daimi
acıların içine atar.
İnsanoğlundaki bu acıların hissi
nedeni, Tanrı imgesinin yıkımına duyulan ihtiyaç, hastalıkların ve ölümlerin,
geçici ve kalıcı tüm cezalandırmaların sebebi ilk babamız Âdem’in günahıydı.
Şeytanın cezbetmesi ve kışkırtmasıyla yasak elmayı yemesi… O’nun itaatsizliği,
gururu ve hırsı, taşkınlığı, şüpheciliği ve merakı; ilk işlenen günahtan,
insanoğlunun temel çöküşünden, bütün kötü niyetlerin ve günahlarımızın bedeli
olarak üzerimize salınan tüm felaketlere neden olan asıl suçları akıtan, bir
çeşmeden beslenir gibi… Ve bu muhtemelen, müthiş şairlerimizin bizi Pandora’nın
kutusu hikâyesinde düşürdüğü durumun tıpkısı; merakla açılan, her türlü
hastalıkla dünyayı kaplayan bir kutu… Bu yalnızca merak değil, aynı zamanda
ayan beyan ortada olan günahlarımız, beynimizi bu acılarla ve felaketlerle
dolduran günahlarımı! Ubi peccatum, ibi procella. Khrysostomos’un da söylediği
gibi “Aptallar, kendi günahları, kendi alçaklıkları yüzünden mahvolmuşlardır.
Korku birden, ani bir kasvet gibi, bir kasırga kadar yıkıcı, belalı, elem dolu
gelir.” Çünkü onlar Tanrı’dan korkmadı “Savaşlardan korkar mısın?” Cyprian,
Demetrius’u kışkırtırken, “Yokluk ve açlıkla mı dertte başın? Ortalığı kasıp
kavuran hastalıklar buldu mu seni?
İnsanoğlu her zaman salgınla, geçmeyen illetlerle işkence mi gördü? ‘tüm
bunlara sebep sizin kendi günahlarınız,’” Hag. i. 9, 10; Amos i.; Jer. vii.
Tanrı; çok kızgın, cezalandırıcı ve tehditkâr; onların dik başlılığı ve
inatçılığı sürdükçe, insanoğlu Tanrı’nın öfkesini değiştiremez de. “Eğer
kurumuşsa toprak, yağmur dilenir; eğer çorak ve kirliyse, hasat vermez; eğer
çeşmeleriniz kurumuş; şarabınız, mısırınız, yağınız mahvolmuşsa, eğer gök yerle
bir olmuş, insanlara hastalık musallat olmuşsa, kendi günahları yüzündendir,
tıpkı Habil’in intikam için cennette ağlayan kanı gibi”. Lam. v. 15.
“İşlediğimiz günah işte bu, bu yüzden kopkoyu yüreklerimiz” Isa. lix. 11, 12.
“Ayı gibi kükreriz ve yas tutarız kumrular gibi, sağlık isteriz, ilh…
Taşkınlıklarımıza, günahlarımıza karşılık... Ne var ki duymaya, farkına varmaya
cesaret edemediğimiz bu.” Jer. ii. 30 “Yok yere kapıldık, hiçbir düzelme yok”
ve Cap. v. 3. “Sen onlar adına acı çektin, fakat onların canı hiç yanmadı;
doğru yola gelmeyi reddettiler; vazgeçmediler. Veba gönderildi; fakat onlar
yine de doğruya dönmedi.” Amos iv. Ne Hirodes ve Yahya sâdık kalabildi, ne de
Domitian, Efes’in başındaki vebanın niye olduğunu söyleyen Apollonius’a
katlanabildi; haksızlıklarına, ensest tutumlarına, zinalarına da dayanamadı.
İçinde bulunduğumuz gaflet ve dik
başlılığımız yüzündendir ki vuku bulan olayların doğal sonucu ve baş mümessili
olarak, başımıza gelen musibetler yahut en ağır eleştiriler, yani demek
istiyorum ki; günahlarımıza karşılık ve Tanrı’nın öfkesini dindirmek adına
cezalandırılmak; Tanrı’nın hakkımızda verdiği âdil bir hükümdür. Kanun, itaati
yahut cezalandırmayı ön gördüğü içindir bu; belki daha detaylı okumak da
istersiniz; Deut.xxvııı. 15. “Madem Tanrı’ya itaat etmeyecekler, emirlerini ve
tebliğlerini yerine getirmeyecekler, üzerlerinden eksik olmayacak öyleyse tüm
bu lanetler. Yaşadıkları topraklarda kahredilmiş. İlh… Vücutlarındaki her bir
zerre lanetli… İlh… Tanrı belayı eksik etmesin üzerlerinden, işledikleri
günahlar yüzünden hepsi, onlara tüm rezillikler reva.” Birkaç satır sonra:
“Tanrı; Mısır’ın yaptığı büyük hatayı, kabuk bağlamaz yaralarla, veba ile ve
uyuz salgınlarıyla cezalandıracak ve siz bunlara şifa bulamayacaksınız. Akılsızlıkla,
gafletle, kalbinizin aymazlığıyla...” Paul şöyle destekler bunu; Rom. ii.9,
“İnsanoğlunun -her birinin ayrı ayrı- ruhundaki sıkıntı ve elem; işledikleri
günahlardandır.” Yahut utandırılmak için maruz kalıyoruz bütün bu
cezalandırmalara; yaşamaya dair tahammülümüzü ortaya koymak; bizi ait olduğumuz
yerde uyandırmak; kendi kendimize Tanrı’yı bulabilmeyi becermek, dirayeti bize
öğretmek ve yaşatmak adına her şey. “Benim insanlarım şu sebepten esaret
altındadır, bildikleri hiçbir şeyin olmamasından: bu yüzdendir ki Tanrı’nın
kendi yarattıklarına karşı gazabı alevlendi ve elini çekti onların üzerinden.”
Bizim kurtuluşumuzu arzular Tanrı. Nostroe salutis avidus, Lemnius böyle der ve
bundan sebep -yapmamız gereken ne varsa- görevlerimizi aklımızdan çıkarmayalım
diye devamlı kulaklarımızı çeker. Bir yandan, “Bunlar öyle kişilerdir ki ancak
hataya düştüklerini anlarlar, (İşaya’nın da xxıx.24 söylediği gibi) ve sonradan
doğruyu bulabilmişlerdir” derken David itiraf eder yaptıklarını: Psalml xxxvııı.
v. 15, v.9. “Gözlerim acı ve elem dolu kendi ıstırabımdan.” ve işte bu
sözlerdir David’i idealleştiren. Bolluk ve refahın göbeğinde, asalaklarının
işbirliğiyle kutsallaştırılmış ve Tanrı yerine konulmuş o adam; Büyük İskender,
yaralarından birinin kanadığını gördüğünde “yalnızca bir insan” olduğunu
hatırladı ve vazgeçti kibrinden. In morbo recolligit se animus, Pilinyus’da
anlamıştır bunu; “Hastalıkta; şuur kendine bir aynadan bakar, yargılamalarıyla
kendini sorgular aslında ve önceki hâlinden tiksinir, pişmanlık duyar…” Hatta
arkadaşı Maryus’la da ilişkilendirerek söyler: “Tüm felsefi zamanlarda bu
böyledir, ‘eğer olduğu gibi olsaydı, sesimizi çıkarabilseydik veya yapmaya
devam edebilseydik bir şeyleri, söz vermenin dışında davranışa dökebilseydik…’
Bunlar hep ‘hasta olanın’ sözleridir.” Kim David gibi düşünür ve yaparsa,
rahatlıkla akıllı addedilebilir, (Psal. cxliv.) -her ne geldiyse başına kader
olarak kabul etti ve bunlarla ilişki kurmayı becerdi- eğer keder, yoksulluk,
hastalık veya herhangi başka bir güçlük içinde olsaydı da gerçekten kendisiyle
yeniden hesaplaşırdı; bu yahut şu illet veya acı; bu yahut şu onulmaz dert
neden onun başına geldi; belki de onun iyiliği için, tıpkı, kızı sıtmaya
yakalandığında Peter’in söyledikleri gibi sic expedit. Bedensel hastalık, ruhun
sağlığı içindir, periisset nisi periisset, eğer ziyaret edilmezse, ilgi
görmezse, mahvolur tamamen; “Tanrı, sevdiği bu adamı -hatta bir baba nasıl
değer verirse kendi çocuğuna tıpkı öyle- doğru yola çekiverir.” Eğer diğer
tarafta sağlığı yerinde ve acizliğinin tüm tutsaklığından muafsa; et cui
"Gratia, forma, valetudo
contingat abunde
Et mundus victus, non deficiente
crumena."
“Ve işte sahip olduğu bu güzellik,
iyilik, afiyet ve zarafet
Zenginliğin içinde bir bereket, bunlar
ise sana apaçık servet”
Yine de bütün bu zenginliğin içinde,
Musa’nın söylediğini hatırlatın ona, “Dikkat et, Tanrı’yı unutma! Efendini…” Öyle
ki ona bahsedilenleri bildirseler de, kolaylıkları; çok övünmesin, “Sahip
oldukları arttıkça, o kadar artmalı minneti.” (Agapetyanus’un öğütlediği gibi)
ve sahip olduklarını da tabii doğru kullanmayı bilmeli.
[Acziyetimizin temel nedenleri] İşte,
bu acziyetin temel nedenleri, en az acizliğin kendisi kadar çeşitli; yıldızlar,
cennet, tabiat, ilh… Ve Tanrı’nın yarattığı bütün bu mahlûklar günahkârlara
karşı silahlanmış hâlde. Aslında bu yaratılmışların doğasında böyle
acımasızlıklar yer almaz, şimdi ise insanoğluna karşı merhamet duymuyorlar,
bunun ise tek sebebi var: bizdeki ahlâksızlık ve yozlaşma. İlk babamız Âdem’in
indirilişinden bu yana, her şey değişti; dünya lanetli, yıldızların etkisi
farklılaşmış, dört element, hayvanlar - kuşlar, bitkiler- hepsi bize saldırmaya
hazır şu anda. “İnsanoğlu kullansın diye var olan temel şeyler, su, ateş,
demir, tuz, yemek, buğday, bal, süt, yağ, kıyafetler; dindarlar için melek,
günahkârlar için şeytandan farksız.” Ecclus. xxxıx.26. “Ateş, dolu, kıtlık ve
yokluk; tüm bunlar öç almak için yaratıldı.” Ecclus xxxx. 29. Gök kubbe, kirli
kartopuyla, yıldızlarla, gezegenlerle; o büyük patlamalarıyla, tutulmalarıyla,
zıtlıklarıyla, tam veya çeyrek tüm halleriyle ve bunlara benzer düşmanca tüm
meziyetleriyle gözdağı verirler bize. Akan yıldızlar, şimşekler ve gök
gürültüleri, aşırı sıcaklar yahut soğuklar; açlık, yokluk, veba ve salgın; sert
rüzgârlarla, kasırgalarla, vakitsiz havalarla sayısız insanı yok ederek
dolanıyor yeryüzünde. Mısır’da, Kahire’de, her üç yılda (Boterus ve
diğerlerinin kaydettiklerine göre) vebadan 300.000 ölüm var; beş yahut yedi yıl
içinde 200.000 ölü de Konstantinapol’de… Toprak nasıl korkutuyor bizi ve nasıl
zulmediyor korkunç sarsıntılarla -ki en çok Çin, Japonya ve diğer uzak doğu
ülkelerinde, nasıl yutuveriyor bir anda altı şehri? Su; tufanla, bozgunla, gemi
enkazları arasında nasıl yıkıp geçiyor; şehirleri, kasabaları, köyleri,
köprüleri birbirine katarak; Hollanda’da tüm adalar, bazan üzerinde ne var ne
yok hepsiyle birden sulara gömülüyor ve İrlanda’da ki Erne gölünde olduğu gibi,
kıtanın çoğu yeri boğuluyor sularda; bunlar nasıl oluyor? Nihilque præter arcium
cadavera patenti cernimus freto. Frizya’nın bataklıklarında, 1230’da kasırgalar
yüzünden, her şeyi deniz yuttu, -neredeyse tüm ülkeyi- multa hominum millia, et
jumenta sine numero (ve açık denizde insan ve hayvanlara ait cesetlerden başka
hiçbir şey yoktu). O merhametten noksan element; ateş, nasıl bir anda yerle
yeksan ediyor şehirleri? Antik herhangi bir şehir yahut henüz keşfedilmemiş
hangi kent üst üste, bu acımasız elementin hiddetiyle biçim değiştirdi, yıkıldı
ve ıssız kaldı? Kısaca,
"Ignis pepercit, unda mergit,
aeris
Vis pestilentis æquori ereptum necat,
Bello superstes, tabidus morbo
perit"
“Ateşin kıvılcımı olsalar, deniz
boğar;
Öldürücü hava toprağa yollar su
olsalar,
Hastalık alıp götürür, bu savaştan da
kaçsalar.”
Daha da ayrıntıya girelim; kaç mahlûk
insanoğluyla onu öldürmek için kavga eder? Aslanlar, kurtlar, ayılar ilh… Kimi
toynaklı, boynuzlu, uzun sivri dişli, keskin tırnaklı; kaç zehirli yılan ve
hain mahlûk; iğneleriyle, nefesleriyle, gözleriyle bize saldırmaya ve
neticesinde öldürmeye hazırdır? Kaç tane ölümcül balık, bitki; ağaç, meyve,
tohum, çiçek, ilh… Öyle ki, çoğunun sadece kokusu, dokunması, tadı çok şiddetli
acılara, hastalıklara, hatta ölümün ta kendisine neden olabilecekken, hepsini
birden dillendirebilir miyim bir arada? Bazıları binlerce farklı zehirden
bahsetmekte; fakat tüm bunlar, bir nevi, ıvır zıvırdan başka bir şey değil.
İnsana en büyük düşman -şeytanın yönlendirmesiyle hep fenalık etmeye hazır-
kendisi; kendi kendinin celladı, bir kurt, bir hain, hem kendine hem kendinden
başka herkese. Hepimiz İsa’nın kardeşleriyiz -yahut en azından öyle olmalıyız-
bir bedenin parçaları, tek Efendi’nin hizmetkârları; ne var ki hiçbir zebanî
bir insana, başka bir insan kadar zulmedemez, hakaret edemez, üzerinde baskı
kuramaz, onu incitemez. Bu yüzden insanların eline düşmeme izin vermeyin -zalim
ve aşağılık insanların- (öyle söyledi David; savaş, veba ve kıtlık karşında):
“Vix sunt homines hoc nomine digni,
Quamque lupi, sævæ plus feritatis
habent."
Çoğunlukla salgın hastalıkları önceden
tahmin edebiliriz ve büyük olasılıkla kurtuluruz onlardan; kıtlık, kasırga,
veba, bize bildirilir önceden; deprem, sel, evlerin yıkılması, yok edici
yangınlar, ufak ufak gelirler yahut önceden bazı tıkırtılarını duyarız; fakat
dolandırıcılardan, sahtekârlardan, insanın zararı ve kahpeliğinden kaçış mümkün
değildir. Sözde düşmanlarımızdan koruruz şehirlerimizi; kapılarla, duvarlarla
ve kulelerle; daha bir dikkatle ve silahlarla; hırsızlara, soygunculara karşı
savunuruz kendimizi, ama insanın şerrinden ve tehlikeli gayretinden, bizi
hiçbir tedbir kurtaramaz, hiçbir teyakkuz gösteremeyiz; bir başkasına zarar
vermek için öyle çok entrika ve gizli silaha sahibizdir ki… Bazan şeytanların
yardımıyla; büyücülerin ve cadıların adlarıyla, bazan düzenbazlıklar, büyüler,
zehirler, tuzaklar; birebir dövüşlerle, çatışmalarla, kesip biçiyoruz, sanki ad
internecionem nati bir diğerini yok etmek için doğmuş Kadmus askerleri gibi. Ve
böyle bir savaşta yüz, iki yüz bin insanın katledildiğini bilmek, oldukça
sıradan bir şey. İşkencenin, tunç kurşunların, kafeslerin, tekerleklerin,
Filistin askısının, silahların, makinaların; tüm bunlara ek Ad unum corpus
humanum supplicia plura, quam membra Biz daha çok acı veren makinalar icat
ettik, bir insanın vücudunda çeşitli organlara çok daha fazla zarar verebilecek
makinalar, Kıbrıs’ta insanlar bizzat tecrübe etti hepsini. Çok da uzağa
gitmeyelim, kendi ailelerimiz misal; suçlamalarıyla, patavatsızlıklarıyla ve
taşkınlıklarıyla; başta onlar değil mi bizim amansız düşmanlarımız? “Ekşi
üzümleri babalar yer ve oğullarının dişleri sızlar bundan.” Onlar sebep olur
sürekli üzülmemize; üstelik kalıtsal hastalıklarıyla, kaçınılmaz ıstıraplarla
mağdur ederler bizi: onlar bize zulmetti ve şimdi bizde gelecek nesillerimize
zarar vermeye hazırız;
-- " mom daturi progeniem
vitiosiorem"
"Ve bize karşı günahlarıyla -ki
hâlâ bilinmezler
Oğullarımız yaklaşan çağı kendileri
çizecekler"
Ve dünyanın yok oluşu, Paul'un
kehanetindeki gibi, muhtemelen en kötüsü olacak. Nitekim kötülük bizim
doğamızda, köklerimiz zehirli, iblisle boy ölçüşürcesine her insanoğlu,
kendisinin en büyük düşmanı. Pek çok kez kendimizi mahvetmeye uğraştık, Tanrı’nın
bize bahşettiği lütufları kötüye kullandık; sağlığımızı, nimetleri, gücümüzü,
aklımızı, ilmimizi, sanatımızı, kendi helâkimize birer anıt olarak diktik
Perditio tua ex te. Judas Maccabeus'un Apollonius'u onun kendi silahıyla
öldürmesine benziyor bu; bizde kendi kendimizi alaşağı etmek için silahlanırız
ve mantığı, kurnazlığı, yargıları kullanırız; tüm bunlar yardım eder kendimizi
mahvetmeye, tıpkı nicelerinin yaptıkları gibi. Hector, Ajax'a bir kılıç verir;
bu kılıç ki, düşmanlarıyla her karşı karşıya geldiğinde, yardımına koşmuş,
savunmasına destek olmuştur; ancak ne zaman bu kılıçla masum mahlûklara zarar
vermeye başladı, kılıç bu kez hiç yara almamış vücuduna döndürdü kendini. Bu
muazzam örnek şu anlama gelir: evet, Tanrı bize lütufta bulunur, yapacak işler
sunar, bize fayda sağlamaktan başka bir şey istemez; diğer taraftan eğer
verdikleri bizi ayartır, hep olduğu gibi yolumuzdan saptırır, kafamızı
karıştırırsa, işte bunlar kendi ahmaklığımızdan ve zayıflığımızdandır ve buna
verilecek örnekler öyle az da değildir. Aziz Austin alçakgönüllü itirafında da
sunulan lütufları ve kendi tutumlarını kabul etti, "Tanrı’nın bize sunduğu
güzel hediyeler; aklın, hafızanın, belâgatin hayattaki suflörlüğü ve görülen şu
ki, O, hiçbirini kendi şöhreti için kullanmadı." Eğer özellikle bilmek
istiyorsan nasıl olduğunu ve ne anlama geldiğini bu anlatılanların, hekimlere
danış, onlar sana şunları söyleyeceklerdir: “Doğamızda (yaratılışımızda)
olmayan altı şeyden bazıları, bazı sorunlara neden olur.” Ben daha detaylı
söyleyeyim: Başımıza gelen her şeye; sefilliğimiz, bıkkınlığımız, susuzluğumuz,
doymak bilmez, ölçüsüz şehvetimiz ve büyük isyanlarımız yol açar. Plures
crapula, quam gladius, ne kadar doğru bir söz; kalkan, kılıçtan daha çok can
yakar. İşte bu kendi ifratımız, başımıza bunca münferit, onulmaz hastalığı
musallat eden bu, hızla yaşlandıran, sükûnetimizi saptıran, ölümü aniden
yüzümüze vuran bu. Ve en nihayetinde; bizim kendi ahmaklığımız, deliliğimiz,
quos Jupiter perdit, dementat; Tanrı’nın yardımcı lütuflarının kesintiye
uğramasıyla, zayıflığımız, yönetme arzumuz, pek çok şehvete teslim olmaya
meyilli tavırlarımız, aklın karmaşıklığına ve her türlü ihtirasa boyun eğmemiz,
bize en çok işkence edenlerdir. Ki bu şu anlama gelmektedir: “Kendimizi
başkalaştırıp birer hayvana dönüştüren biziz.” Bahsi açılan, Agamemnon’un
pesinden giden ozanların prensi işte; o ki, memnun edildiğinde ve tutkularını
kontrol edebildiğinde -- os oculosque Jove par bir diğer ilhan; suretteki
Jüpiter, yüreğin cesaretindeki Mars, bilgelikteki Pallas (yaratıcı zekâ) fakat
sinirlendiği an, bir aslan, bir kaplan, bir köpek, ilh… Ne bir ibare kalır
içindeki Jüpiter’den ne bir kalıntı. Bu sebeple biz -mantıkla hareket ettiğimiz
müddetçe- ölçüsüz isteklerimizi azaltabilir, Tanrı’nın buyruklarına kendimizi
uydurabilir ve sayısız azizlerden biri olabiliriz. Ne var ki; şehvetin,
öfkenin, hırsın, gururun eline dizginleri verir ve bu ahval ile kendi yolumuzda
gitmeye kalkarsak; sanki hakmış, günahlarımıza karşılık reva görülen bir ceza
gibi kendimizi bir hayvana dönüştürürüz. Kendimize yabancılaşır, tıynetimizi
alaşağı eder, Tanrı’nın öfkesini ateşleriz ve başta melankoliyi, nihayetinde
çaresiz ne kadar hastalık varsa hepsini yükleriz omuzlarımıza.
İkinci Kısım
Hastalıkların İzâhı, Adedi, Fırkaları
Bir hastalığın ne olduğunu, neredeyse
her hekim tanımlayabilir. Fernelyus “Vücudun doğaya karşı tepkisi” der,
Fuşhiyus ve Kıraftheym için ise; “Bütün vücudun yahut bedenin bir bölümünün
hareketlerinde bir değişim veya engel ve meydana gelen bir ağrı”dır.
Tıholasanus ise şöyle açıklar; “Hastalık, ruh ve beden arasındaki birliğin
çözülmesi, düzenin bozulmasıyken; sağlık bu düzeni mükemmelleştiren ve
koruyandır.” Gelliyus “Vücudun marazlı alışkanlıkları ve neticesinde doğaya
karşı kendini engelleyici tutum.” olarak tanımlar. Diğer yapılan açıklamalarda
bu minvaldedir.
[Hastalıkların Adedi] Kaç tane
hastalık var sorusu hala sonuca vardırılamamış bir sual: Plinius, tepeden
tırnağa 300 tane hastalık toparlayabildi, başka bir kaynakta da şöyle zikretti:
“morborurm infinita multitudo, hastalıklar sınırlıdır.” Öyle veya böyle,
söylenilen bu şeyler o vakitlerde kaldı, şu an bir işe yaramaz; yalnız
günümüzde tahmin edilen bu adedin çok daha fazla olduğundan eminim.
-- “macies, et nova febrium
Terris incubat cohors”
-- “turfanda omuzdaşı iştahsızlık ve
hummânın
Üzerinde kuluçkaya yatar dünyanın”
Galen ve Hipokrat’ın dahî bilmediği,
ismi duyulmamış pek çok salgın hastalık; iskorbüt, çiçek hastalığı, plika
hastalığı, terleme hastalığı, frengi, ilh… Bunların yanı sıra vücudun neredeyse
her bölümü için özel ve her bölümüne uydurulabilecek pek çok hastalık daha var.
Hiç kimsenin kaçamadığı bazı marazlar
ve ötekiler] Aramızda bir kişi bile aklında yahut vücudunda bir özür olmayacak
kadar sağlıklı, bünyesi de bir o kadar kuvvetli değildir. Quisque suos patimur
manes, hepimizin zayıflıkları vardır, önceden yahut sonradan, az veyahut çok.
Kırk yılda bir yahut bin kişiden yalnız bir kişi çıkar tamamen sağlıklı olarak…
Müzisyen Zenofilyus misal, hiçbir manisi olmadan 105 sene mutlu mesut
yaşamıştır. Pollio Romulus, küspe ve bade ile kendini koruyabilmiştir veya
Valeryus’un övündüğü Metellus kadar şanslı âdemoğulları… Almanya’da Augsburg
Senatörü örneğin, kâhin Leovityus’un, sanatında örnek, model, sarahat olarak
öne sürdüğü Otto Hervardus yahut doğuştan şanslı olduğu için, Zühal ve Merih
yıldızlarının tüm düşmanca tavırlarından uzak, son derece soğukkanlı, “hasta
olduğuna hiç rastlanmamış” insanlar. Paraselsus bir insanı, tabii kendisine
bebekliğinden itibaren verilmiş ve onun söylediği dışında besinlerle
beslenmemiş ise; 4 asır hatta daha da fazla yaşatabilmeyle övünürdü. Öyle ki
bazı doktorlar “insan yaşamının belli bir süresi olmadığı” konusunda ısrarcı;
yine de bu, hâlâ, uzun uzadıya tedavilere ve iradeye bağlı bir düşünce. Aynı
zamanda kabul görmüş tecrübelerden yola çıkarak, hiçbir insanın hastalıktan
kaçamayacağı meselesiyle Hesiodos’un da söylediklerinde ne kadar hakikatli
olduğunu anladık:
“Yeryüzünde ne çok dert var, bir derin
derya,
Gün demez gece demez hepsi çöker
omuzlarıma.”
[Hastalıkların Ayrımı.] Eğer
insanoğluna musallat olan bu sıradan hastalıkları tam olarak ayırmanız
gerekiyorsa, sizi doktorlarla baş başa bırakıyorum… Ki onlarda size bu ayrımı “akut
veya kronik, öncelikli yahut ikincil, ölümcül, hayati, hatalı, durağan, basit,
bileşik, bağlaşık veya tutarlı, bütüne mi ait yahut parçayla mı alakalı,
alışkanlık mı sonradan kazanılan mı, ilh…” kavramlarıyla açıklayacaklardır.
Hâlbuki benim ayrımım, (amacıma en uygun biçimde) beden ve akıl arasında
olacaktır. “Beden” için Fuşhiyus’un hazırladığı kısa bir taslak, Institut. lib.
3, sect. 1, cap. 11. Ben sizi Galen, Areteus, Rıhasis, İbn-i Sina, Alesandır,
Paulus Aetyus, Gordoneryus, Neoteriks, Savanarola, Capivakkiyus, Donatus
Altomarus, Herkül de Saksonya, Merkuryalis, Viktoryus Faventinus, Vekker, Piso,
ve sair gibi yazarların detaylı, çok ciltli kitaplarına ve eksiksiz eserlerine
yönlendireceğim ki her biri düzenli ve bir o kadar ayrıntılı başyapıtlardır.
Ben ise bu başyapıtlardan ziyade, akıl ve zihin konularını ele alacağım.
BİRİNCİ VESİKANIN SONU.
İKİNCİ VESİKA
Sonradan Kazanılmış Farkındalık
Üzerine Sedat Demir’e Bir Mektup
“Hazırlıksız yakalanılan her şey
bilinçsiz farkındalıktır” derler. Sizin de hayatınızda, bilgi ile insan beyni
ve en önemlisi insan kalbi arasında kurulan bağa dair kayıplar yaşadığınız
zaman dilimleri var olagelmiştir. Ve bu vakit dilimlerinde yaşadığınız
kopukluklar; siz farkında olmadan, bazı sözler yahut yeminler vermenize mâni
olmamıştır. Şahsî olarak bilgimin ve en önemlisi, bilgi neticesinde yoğrulan ve
çeperini genişleten muhasebe yeteneğimin (yaşama sıkı sıkı bağlanmama neden
olan bir maraz misalî), hiç durmadan sürekli bir ekspansiyon hâlinde olması,
kaçınılmaz bir şekilde süregelmekte. Bu vukuu bulan cereyan elbette içimde kötü
bir hissiyat oluşturmuyor fakat bazı meselelerde, geri çekilmekten de beni
alıkoyması kaçınılmaz bir şekilde vâki olmuyor.
Bütün bu gevezelik olarak
nitelendirilebilecek saiklerin çerçevesinde ise; inandığım gibi ve inandığımın
sınırları boyutunda yaşamama çaba harcamak ve insanın inandığı gibi yaşaması
için nasıl hareket etmesini öğrenmeye gayret göstermesi gerektiği mevzuunda
yoğunlaşınca; belki geç, belki erken, bazı şeyler için kesin kararlar vermiş
bulunuyorum.
Tercüme etme konusunda yazılı bir
metin olmadan, kâvil üzre anlaştığımız “Melankolinin Anatomisi” adlı, içeriğine
dair, tercüme süregeldikçe, vakıf olduğum ve nihayetinde neredeyse tamamına
dair bir düşünce edindiğim eserin; yukarıda da zikretmeye çalıştığım minvalde,
itikadım nokta-i nazarında, yapılması uygun olmayan işlerin [insanlara
aktardığım bütün her şeyin, onların başta kalbini, ahirinde aklını karıştıracak
ve onları doğru olandan olabildiğince uzaklaştıracak konular etrafında olmaması
kaydı ile alâkalı bulunması ve Hak yanında durmayıp Batıl adına işler
yürütülmesinden kendimi gayrı tutmaya çalışarak], şahsım eliyle
gerçekleştirmeyi uygun bulmadığıma kanaat getirdiğim için, özürlerimi sunarak
ve cism-i affınızı bekleyerek, yüklendiğim görevden; kitap boyutu ile 200 (iki
yüz) küsur sayfayı silme yolu ile vazgeçiyorum.
Aramızdaki muhabbetin, aldığım bu
kararı ne derece etkileyeceğinden ve aldığım bu kararın aramızdaki muhabbete ne
kıymette tesir edeceğine dair, düşündüğüm ve istediğim şeylerin gerçekleşmesini
beklesem de nihai karar sizin olacaktır muhakkak.
Saygı ve içtenliklerimle…
İKİNCİ VESİKANIN SONU.